Kafamdakinirvana

Kafamdakinirvana
film eleştirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film eleştirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2016 Cuma

The Hateful Eight

                     The Hateful Eight

Bir ödül avcısının başına para koyulan bir adamı öldürüp onu teslim etmeye getirirken yolda karşılaşıp, arabasına bindiği insanlarla bir yolculuğa atılır... Bu yolu birbirleriyle bağlantılı kişiler ve hikayeler izleyecektir...

Ben de bu yorumumu Tarantino tadında yazmak istiyorum, yani yanın başını en sona, sonunu ise en başa koyacağım...

Quentin Tarantino'nun yazıp yönettiği filmin çekilmesinin ne kadar zaman aldığını ve ne  kadar zor şartlarda çekildiğini biliyoruz. Filmin senaryosu internete sızdırılmış, mecburen Tarantino senaryoda bir kaç değişiklik yapmak zorunda kalmış...
Filmin ilk saniyeleri oldukça karmaşık, zaten ilk bir saati anlamak oldukça güç.  Film oldukça uzun tutulduğundan mıdır yoksa,  sindire, sindire  gizem ve heyecanı bize vermek istediklerinden midir, bilinmez ama film çok düşük tempoda ilerledi...


Oyunculukların ne kadar mükemmel olduğu daha ilk saniyelerde anlaşılıyor. Karakterler ise harikulade...  
Samuel L Jackson'ın tek bir bakışı bile tüm filmdeki performansını ortaya koyacak derecede. Kurt Russell ise şuana kadar gördüğüm en iyi performansını ortaya koymuş Jennifer Jason Leigh'i  Oscar yarışında desteklememek olanaksız. Tim Roth ve daha sayamadığım bir çok isim. Hatta Channing Tatum bile iyiydi.

Bir evde kötü hava şartları nedeniyle mahsur kaldıktan sonra olaylar ortaya çıkmaya başlıyor, tam bir şey olacak derken olmuyor. Senaryo dikkat çekici  ödül avcısı, cellat vb.  değişik karakterler süslü olunca insan hop oturup hop kalkmak istiyor ama maalesef belli bir süre bu da olmuyor.  Bu açıdan hiç beğenmedim,  eğer senaryo bu kadar güçlüyse ve akıcı değilse ben yönetmeni suçlarım, fakat hem senarist hem de  yönetmen kendisi olduğu için kimi suçlayacağımı bilemedim...

Asıl seyirlik filmin son 45 dakikasında oluyor. Ne oluyorsa işler değişiyor ve inanılmaz derecede heyecan, aksiyon ve ilginç olaylar birbirleri arkasına geliyor. Olaylar inanılmaz bir şekilde bağlanıyor..

Ve yine , yeni ,yeniden vay be diyorsunuz. Sırf bunun için bile yüksek puan verilir... Filmi beğendim... Ama akademi sen bunları duyma yine beni kaybetme... 

Creed

                              Creed


Tek başına yetimhanede büyüyen kimsesiz çocuk, bir gün üvey annesi tarafından alınır ve yetiştirilir. Babasının dünyaca ünlü boksör Apollo Creed olduğunu öğrenir ve tıpkı babası gibi bir boksör olmaya karar verir. Bu aşamada onu eğitecek birine ihtiyacı vardır, bu kişi ise Rocky Balboa'dan başkası değildir.

İlk başlarda klasik bir spor filmi olarak ele alabilirsiniz fakat ilerleyen dakikalarda göreceksiniz ki dram yönünü de güzel bir şekilde ele almışlar. Rocky'nin devam filmi olarak da ele alabilirsiniz fakat bence çok daha fazlasını katmak istemişler ve katmışlar da. 


 Bir çok Rocky devam filmi çekildi. Bunlar nedense başarısız bulundu... Belki de yönetmen koltuğunda Sylvester Stallone oturuyor diye başarısız olduğunu düşünmüş olabilirler. Bu sefer  yönetmen koltuğuna Ryan Coogler oturuyor , bu da demek oluyor ki Stallone  gözünü oskar'a  fena  dikmiş.  Ne kadar ekmek o kadar köfte misali Stallone, kendini sonuna kadar filme verip, en iyi performansını  çıkarmış... Filmde diğer performanslara bakarsak kötü bir performans görmedim.  

Filmin senaryosunu çok beğendim, çok iyi geliştirmişler oldukça sürükleyici bir yapımdı.
Bir yandan Rocky Balbabo'nın şuan ki halini görüp, gözlemliyoruz ve bir yandan da nostaljik bağlantılar sayesinde 70lerin Rocky filmine geri dönüyoruz.  Nostaljik bağlantıların en güzeli  Creed ailesinin ilk üyesinin Rocky'nin bir zamanlar eğitmeni olması. Yeniden ilk Rocky'nin tadını bulmak zor ama ortaya çıkan şey  gerçekten zekice bir iş olmuş...


Her şeyden biraz, biraz ortaya koyup tadından bırakmışlar, duygusallık ve insanların dikkatini çeken tüm diğer  öğelerin hiçbirin de aşırılığa kaçmamışlar...
Daha bitmedi... Başarısız bulunana yeni  Rocky serilerine  inat bu filmde yaratılan fark tüm eleştirmenlerin ve ödül kaynaklarının dikkatini çekmiş gibi.
Tarzı tam olarak drama değil fakat çok hoşuma gitti... Oscara aday olur mu bilmiyorum. Aday olsun mu onu da bilemiyorum... En iyilerden değil ama oldukça iyi bir yapım...


7 Ocak 2016 Perşembe

JOY


                                                      JOY

American Hustle ile gözümde kısmen bir  hayal kırıklığı yaratan David O. Russell, göz bebeği Jennifer Lawrence'ı yanına alıp yeniden hikayeleri senaryolaştırıyor...

Joy daha küçük bir kız çocuğuyken bir kaç icat yapma peşindedir fakat hayat onu başka yerlere sürüklemiştir... Yıllar sonra bir gün hayatın düzeni yüzünden vazgeçtiği hayallerine geri dönme kararı alır...
Filmin yarısında çok zeki bir genç kadının hayata sıkışıp kalmasını izliyoruz. Çılgın, aklı yerinde olmayan annesi ve babası, değişik bir ruh hali içinde olan hala birlikte yaşadığı eski kocası, çocukları ve tek aklı başında olan anneannesiyle birlikte tuhaf bir hayat sürer. Evdeki tüm kontrol Joy'dadır, aynı zaman tüm  denge  onun omzundadır...  Elindeki materyaller Joy'a yetmediği için kendi hayal gücüyle kendine kapılar açmaya çalışan genç kadın, filmin ilk sahnelerinde bunun dozunu fazlasıyla kaçırır...

Senaryo,özgün bir senaryo olmamasına rağmen hoşuma gitmişti ama burada yönetmene düşen işi başarısız buldum. Film yumuşak bir dilde anlatılmak istenilmesine rağmen kamera geçişleri ve kurgu oldukça sertti... Filmin kendine has değişik bir havası olduğu doğru fakat bu  değişik ve karanlık havayı uzun süre sürdürmeleri kabak tadı verdi. Dolayısıyla bu da bir eksiydi...

Jennifer Lawrence'ın performansını iyi buldum hatta bu zamana kadarki en iyi performansı diyebiliriz. Diğer oyunculuklarda çok iyi, karakterlere çok yakışmış... Robert De Niro ise karakterde muazzam iyi duruyor...
Filmde seyirciyi heyecanlandıran en önemli yer; Joy'un arka arkaya gelen bu kadar garip hayallerden sonra eline kağıt kalem alıp temizlik kurallarını kökünden değiştirecek bir icat yapması. Günümüzdeki 'Vileda' olarak adlandırdığımız, hanımların en büyük kurtarıcısını icat etmek her babayiğidin harcı değildir. Bu alışıla gelmedik icadı tanıtmaksa Joy'un hayatının en önemli dönüm noktasıdır...  Aslında bakarsanız risk alıp yeni bir şey ürettikten sonra Joy'un hayatındaki karışıklık artar, sade ve anlamsız hayatına yeni sorular gelir.
Joy normal bir insan mıdır? Yoksa bir dahi mi?
Üst üstte gelen tuhaf olaylar, sadece aklın yetmediği o büyük azim ve hayatını kendi tırnaklarıyla değiştirmeye  çalışması bir nebzede olsa filmin boşluklarını dolduruyor. Bütün bunları göz önüne alırsak hoş bir filmdi...
Ama eğer olur da 'Joy' Oscar'ın ilgisini çekerse, (Buna en iyi kadın oyuncu; Jennifer Lawrence'da dahil.) Akademi beni kaybeder, bilginize...

20 Şubat 2015 Cuma

Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel)

Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel)


Tarihten Bir Esinti

Yakın tarihte Budapeşte’de bir otelin kapı görevlisi ile lobi görevlisinin ilginç arkadaşlıklarını görüyoruz.


Hikaye tam bir yönetmen ve görüntü yönetmeni gösterisi. Belirli bir konuya sadık kalmamışlar. Film çok hızlı bir şekilde ilerliyor, yer yer takip edilmesi güç bir hal alıyor, 


Geçen yıl İKS’de çok görmek istemiştim bir türlü nasip olmamıştı, en sonunda izleyebildim. 
Zaten film ilk andan itibaren festival filmi kokuyor. Hızlı geçen olaylar peşin sıra ilerliyor. Filmin artısı gerek görüntüleriyle, gerek müzikleriyle yönetmenin başarısı üzerine kurulu bir film. 

Senaryosu çok güçlü olmasa bile anlatım dilindeki farklılık hissettiriyor,
 bu seneki diğer Oskar adayı olan filmlere benzemiyor bu onun için büyük bir artı, hatta bir tiyatro oyunu esintisi bile vardı...

Gelelim filmin eksilerine, çok hızlı geçen bu tempoda hikaye biraz zayıflıyor. Filmin bir diğer ilginç yanı ise yakın tarihi sadece senaryoda değil filmin enerjisinde ve görüntülerinde bulabiliyoruz...

Son olarak oyuncuların performansı ilgi çekiciydi...


Her Şeyin Teorisi (The Theory of Everything)

Her Şeyin Teorisi (The Theory of Everything)



Ünlü matematikçi  Stephen Hawking’in hayatını anlatan bu biyografik filmde; genç bir dahi’nin birden bire genç yaşında ALS adı verilen bir hastalığa yakalanmasını konu alıyor.


Film ilk başlarda sanki romantik bir film izleyecekmişiz havasındaydı, ama konusunun çok güçlü olduğu aşikar. Sıkıcı bir filmiş gibi ilerlerken aniden tempo yükseliyor ve sizi yanıltıyor, nokta atışlarıyla güzel ilerleyen bir film...

Hawking çok spesifik bir karakter, canlandırılması son derece güç. En ufak bir abartılı harekete gelemeyecek kadar hassas ve riskli bir karakter.


Performanslarıyla umut vaat eden bir film buna dayanarak;  Eddie Redmayne’ın tek bir karesi bile Oscar için ne denli güçlü bir aday olduğunu bize gösteriyor ve beklenen performansı veriyor. Partneri Felicity Jones da keza beklenen performansı veriyor.
Eddie Redwmayne’in daha önceki performanslarına baktığımda çok başarılı olduğunu söyleyemem, yalnız bu filmde çok başarılıydı. Bana göre bir sanatçı ödüle layık görülürken tek bir performansa değil bir çok filmine bakılmalı. Çünkü bana göre bir oyuncu bu filmde iyi ötekinden kötü olamaz, eğer gerçek bir sanatçıysa; her rölün hakkını verir...

Filmin gerçek bir hayattan bir mucizeyi anlatması en güzel yanı. Bu kadar zeki olan, bu kadar güzel fikirlerin olan bir çocuğun başına gelen bu felaket, vücudunda hiç bir yerini hareket ettirememesi fakat sadece beyninin çalışması akıl almaz bir şekilde mucizevi bir olaya tanık oluyoruz...

Hayatın akışında olan tüm yaşananları buna popüleritenin nabzını tutmak için romantizmle harmanlamışlar. Buna rağmen bir çok açıdan artısı olan bir film. Kesinlikle çok sürükleyici bu yılki en yalın anlatımı olan film.

Filmin tek kötü yanı ise Hawkings’in özel hayatına dayalı olması. Sıradan bir als hastasıymış gibi bir anlatım içindelerdi. Ünlü matematikçinin çok yönlü ve çok başarılı olduğunu biliyoruz lakin, bunları beyazperde de pek göremedik. Bu filmin  özelliği matematikçinin başarılarıydı, aksi takdirde başka bir ALS hastasının bile hayatını uyarlayabilrlerdi. Nadide ve güzel olan en önemli yeri yansıtamamışlar...

Çocukluk ( Boyhood)

Çocukluk ( Boyhood)


Yıllar Gitti Gidiyor

Yönetmen Richard Linklater 2002 başlayıp günümüze kadar uzanan, çekimleri tam 12 yıl süren film, bir genç adamın çocukluğundan ergenliğine kadar geçen dönemi bizlere anlatıyor.

Filmi izlerken bazı boşlukları olduğunu hissediyorsunuz ama hiç film izlemeyen biri için bile 12 yılda çekilen bir film çok çarpıcı olabilir...O yüzden senaryoyu çok iyi çalışmamışlar. Görüntüleri çok beğendim, iyi sahneler vardı.

Senaryodaki boşluklar önemsenicek gibi değil, film daha çok zamanın nasıl geçtiğini anlatıyor, genel itibariyle zamana odaklı. Güçlü bir senaryosu yok her zaman gördüğümüz klasik bir senaryo ama işlenişi oldukça farklı bu yüzden bir Oscar sahibi olması muhtemel gözüküyor.

    
Oyuncuların performansını çok beğendim, iyi oyuncularla çalışmışlar. Oscar alıcak kadar güçlü değil ama filme yakışır performanslar izledim...

Filmi çok iyi bulmamakla birlikte iyi bir film olduğunu düşünüyorum... Verdiği bir mesajla ve bir  ilke imza atmasıyla Akademi’de bir yeri olacak gibi gözüküyor...

6 Eylül 2014 Cumartesi

Film Eleştirisi: Kanlı Elmas (Blood Diamond)

Kanlı Tarihin İçinden Kanlı Bir Elmas



Kanlı Elma (Blood Diamond) Çok uzun zaman önce zencilerin elmas toplamak için kölelik yaptıkları zamanları anlatıyor. Bu hikâye geçmişte yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenilmiştir. Bir paralı asker (Leonardo Dicaprio) ve orada doğmuş yaşamış yerel halktan bir adam (Djimon Hounsou)  ve bir gazeteci kadın (Jennifer Connelly) üçü de değer büyük bir pembe elmas için bu ölüm yuvasına doğru yol alırlar…



Filmin çoğunda gözlemlediğimiz kadarıyla zencilere yapılan eziyet,  eskiden onları köle olarak kullanmaları. Sırf topraktan elmas çıkartmak için onlara uyguladıkları zulmü görüyoruz. Durumlarının zorluğu yaşaması güç ortamları çok iyi gözler önüne seriyorlar. 
Sadece aksesuar olarak kullandığımız bir elmasın ve bunu üretirken neleri göze alındığı,  ne işkencelere maruz kaldıklarını görüyoruz. Yemek ve su dahi verilmediğini, işçilerin daha doğrusu kölelerin aileleriyle asla görüştürülmediğini gözlemliyoruz.



Günümüzde de birçok buna benzer olay mevcut ve eskiden de bunun gibi savaş vb. olaylar var. Eskilerden konuşmak istemiyorum ben bulunduğum nesilden bahsedeceğim. Yeni nesilde yaşanan tüm üzücü olaylar karşısında herkes izliyor, ayıplıyor, üzülüyor hatta ağlıyor, paylaşıyor bunu gerek sosyal medyaya, gerek günlük yaşamımızda görüyoruz fakat bir türlü göremediğimiz şu ki; hiç kimse buna bir dur demiyor. Hiç kimse riske girmek istemiyor, hiç kimse elini taşın altına koymuyor… Sadece bir izleyiciyiz.  İzleyici olmayı genelde severim ama bazı filmleri sırf izlemek yetmiyor. İzleyip yorumlamak ve harekete geçmek lazım…




Film aksiyon olmasına rağmen neden neredeyse en sevilenler listesine girdiğini birazda olsa anladım.  Filmin henüz bir saati olmasına rağmen bol aksiyon, bolca da duygusal sahne gördük.  Aksiyonun içine bolca dramatizem sıkıştırmışlar. Film ilk başlarda bize çok yüzeysel görünse de diğer aksiyon filmlerinden farkını ilerleyen zamanlarda kavrıyorsunuz.  İlerledikçe filmdeki bazı noktalar çok hoşuma gitti…

Leonardo’nun elmasların nasıl yapıldığını anlattığı kısmı çok beğendim. Bu bize nasıl bir aptallık içinde olduğumuzu gösteriyor. “Consume,obey,die.” Diye tabir edebileceğim; “Tüket, İtaat et, öl.” Aptallığını bize birkaç kelimeyle özetliyor. Gayet güzel bir şekilde elmasların toprak altından çıkarıp günlük hayatımız da kullandığımız ana kadar olanları anlatıyor.  Benim burada belirttiğim “Costume Obey, die.” Filmin içinde gözümüze gözümüze sokulmamasına rağmen alacağımız mesajdır
sokulmamasına rağmen alacağımız mesajdır…

Zencilerin aşağılanması ve onlara yapılan zülüm Amerikan sinemasında sıkça yer almıştır ve izleyiciyi çekmiştir. Bu filmde de beni ilk başta çeken oydu, filme daha sonralar biraz aksiyon biraz dram ilave etmişler kanımca bu da filmin en iyiler arasına girmesinin bir unsur ise;  büyük küçük demeden insanlara yaptıkları psikolojik baskı ve bu baskı sonucunda insanların değişmesi, kendilerini korumak isterken neredeyse onlara dönüşmeleri.  Bu da filmin zekice yanlarından biri. Üzerinde en çok tartışması gereken konu ise maddiyatın insanların karakterlerini değiştirmesi ve bu duygunun (maddiyatçılık) onları ele geçirmesidir. Herkes birbirine savaş açmış durumda, bölücüler, başa geçmek isteyenler, ezilenler ve diktatörler tam da günümüz dünya politikasına uygun bir senaryo.

Spesifik karakterler olmamasına karşın performanslar gayet iyiydi, beklentilerimin üstündeydi…


Benim her zaman bir lafım vardır; izlediğimiz bir komedi filmi de olabilir, bir aksiyon yâda bir animasyon kesinlikle ne tür izlediğiniz önemli değil, önemli olan mesajı alabilmektir ve bu sadece sizle alakalı…


Sonuna doğru seyirciyle bir oyun haline geçen film, para için yola çıkan bir adamın o yolda aldığı büyük ders ve karşı koyamadığı fedakârlık dürtüsü bütün bunlar çok güzel bir finale davetiye çıkartmış…

“Beni şeytan sanıyorsun beklide sadece cehennemde yaşadığım içindir.” Repliğiyle hayatta kalma savaşını özetleyen iyi bir yapım…

2 Eylül 2014 Salı

Haber /Magazin/Kritik/Yıldızlar: Kritik

Mehmet Açar benim uzun zamandır herşeyiyle beğendiğim tek film eleştirmeni diyebiliriz. Bir çok film eleştirmeni var, alternatifler çok ama, ondan hiç kimseyle bu kadar aynı fikirde olamazdım... İşte size Mehmet Açar'ın derlediği bir yazıdan ufak bir kesit.


Robin Williams en iyi filmleri


Ölü Ozanlar Derneği 1989
(Dead Poets Society)
Kimi oynuyor: John Keating
Yönetmen: Peter Weir Williams muhafazakâr değerlerle yönetilen aşırı disiplinli bir yatılı erkek okulunda kuralları umursamadan, gençlerin hayatına ruh ve renk getiren yeni İngilizce hocasını oynuyor. Gençler onunla birlikte edebiyatın özgürleştirici niteliğini kavrıyor, statükoya karşı çıkmayı öğreniyor. Finaldeki “O Captain! My Captain” sahnesi unutulmaz!
Günaydın Vietnam 1987
(Good Morning Vietnam)
Kimi oynuyor: Adrian Cronauer
Yönetmen: Barry Levinson Vietnam Savaşı sırasında askerlerin moralini düzeltmek için cepheye çağrılan yeni radyo programcısı, kendisinden bekleneni yapar: Eğlendirir, güldürür, moral verir. Ama bunları otoriteyle savaşarak yapar. Mitch Markowitz’in senaryosu, Adrian Cronauer’in gerçek öyküsünü bir hayli değiştirerek, sansüre ve savaşa karşı bir özgürlük mücadelesi haline getiriyor. Williams’ın sinemadaki ilk önemli filmlerinden.
Can Dostum 1997
(Good Will Hunting)
Kimi oynuyor: Sean Maguire
Yönetmen: Gus Van Sant Üniversitede temizlik görevlisi olarak çalışan Will (Matt Damon), müthiş matematik zekâsıyla bir hocanın dikkatini çeker. Sorunları olan bu genci topluma kazandırma görevi Freud’u hatırlatan sakalıyla Robin Williams’ın canlandırdığı psikoterapist Sean Maguire’a verilir. Williams kariyerinin en iyi performanslarından birini çıkardığı bu rolle 1998’de Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanmıştı. Filmin zirvesi kuşkusuz Maguire’ın Will’in “şifresini çözdüğü” terapi sahnesi.

Bir diğer sevdiğim Eleştirmen ise Yüksel Aytuğ, kendisi TV'nin nabzını çok iyi tutuyor.


İYİ ÖRNEK OLMAK
Saçmaladığını bildiği halde başlamış bulunduğu dizileri izlemeye devam eden halkın ekran karşısında psikolojisini bozamazsınız. Diziyi izletmek adına doğaüstü, ‘Yok artık’ dedirtecek senaryolar yazıp bize izlettiremezsiniz.
Dizinin kahramanı olan masum insanları zavallı yapıp, kötüleri güçlü gösteremezsiniz. Ve tuttuğu kahramanın mutlu olduğunu görmek için diziyi aksatmadan izleyen sadık seyircinizle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayamazsınız.
Demem odur ki; reyting kaygısını, ticari amacı bir yana koyun, insanlığı diğer yana. ‘Nasıl kazanırım?’ değil, ‘Bizi izleyen milyonlara nasıl iyi örnek olurum?’ derseniz hem biz mutlu oluruz hem de siz mutlu olursunuz. Çünkü manevi mutluluk çok daha anlamlı ve değerlidir.

29 Ağustos 2014 Cuma

Film Eleştirisi: Guguk Kuşu (One Flew Over The Cuckoo's Nest)

Vicdan, Cesaret, Sorumluluk Siz De Bunlar Var Mı?


R.P Mcmurphy kendince haklı sebeplerden yolu hapishane’ye düşer, daha sonra akıl hastası numarası yaparak kendini bir akıl hastanesine sevk ettirir.

 Film konu itibariyle böyle başlıyor ve son derece ilgi uyandırıyor. Film düşündüren bir film, sıkmadan çok fazla zorlamadan düşündürmek olmuyor mu? Oluyormuş bunu bu filmde görüyoruz.  Gözlemlediğim kadarıyla da sırf oyunculukların aktığı bir yapım, rahatlıkla analiz edilebilecek bir seyir…


Jack Nicholson’ın performansı göz dolduruyor ayrıca, oyuncular gerçekten çok iyiler. R.P MCmurphy karakteri ilk başlarda bizim için ne akıllı ne de deli nötr bir karakter olarak gözüküyor. Etrafındaki kişilere yardımcı oluyor, onlara yardımcı olurken fark etmeden kendine de yardımcı oluyor.  Her sorulara ciddi cevap verdiği bölümlerde ise insanların akıllarında bu soruyu bırakıyor; ya kendini akıllı göstermek isteyen bir deli ya da deli görünmek isteyen bir akıllı?

Hapishanede bile bundan daha iyi muamele gördüğünü öne sürüyor ve diğer hastalara yol göstermeye çalışıyor, onlardan farklı davranıp onlara örnek olmak istiyor. Dayanabildiği kadar dayanıp tedaviye karşı geliyor, bir baş kaldırış meydana getiriyor ve bütün bu olanlar hastanenin hem hemşirelerinin hem de yönetimin hoşuna gitmiyor…

Akıl Hastanesi’nde son derece sıkı bir yönetim var, deli olmayan insanları bile deliliğe teşvik eden bir yönetim.  Jack Nicholson’ın oynadığı karakterin yalnızca TV’yi değiştirmelerini istemesi bile nelere yol açtığını görünce, bu insanlara zorla verdikleri bu katı eğitim onları gün geçtikçe daha da katılaştırıyor ve tam anlamıyla daha da delirtiyor.  Böylelikle hiç kimseye değer verilmediğini görüyoruz,  oradaki yönetim için bu kadar insanın hayatının bir değeri olmadığını gözlemliyoruz.  Belki hasta olabilirler ama iyi bir tedaviden geçmiyorlar, sadece ilaç vermek, bazı garip sorular sormak dışında insanlara ne istediklerini,  ne yapmak istediklerini, ya da onlara verilecek kişisel haklarını hiçbir şekilde sorgulamıyorlar.

Hastalara yapılan muamele sonrasında, R.P Murphy onların hayal güçlerini kısıtladıklarını fark ediyor ve onları daha çok hayal kurmaya sevk ediyor.  Kendisinin de onlar gibi bir akıl hastası olabileceğini düşünüyor, çünkü akıl hastalığının sadece aşırı dışa vurması değil içinde de yaşanabileceğini öne sürüyor.

Akıl hastanesinden kaçmaya çalışır kimi zaman bunu başarır ama sadece kendisi değil oradaki tüm arkadaşlarını da beraber götürür.  Pek de kolay olmayacağını bile, bile onlara yeni bir hayat hazırlamaya can atar. İşte burada saf bir sevgi görüyoruz, izlerken fark edemeyebilirsiniz ama arkadaşlarına karşı aşırı bir sevgisi olduğunu filmin sonunda daha çok göre biliyoruz…

 Konu edilen bu hayat gerçekten iyi bir örnek oluşturuyor, sadece akıl hastaları için değil normal bir insanın bile elinden tutulduğunda, yaşamaya teşvik ettiğinde, yeterince çabaladığında bunun meyvesini alırsınız.



Hastalara yapılması gereken şeyleri öğretiyor, adeta yaşamayı öğretiyor.  Onlara normal insanlarmış gibi davranıyor,  ama onlara “Deliler” diye sesleniyor. Gerçekten gerçeğin ta kendisini yansıtıyor bu film…

Zekice replikler denilince bence akla bu filmden başka film gelmemesi lazım.  Son derece güzel replikler, mükemmel oyunculuklar, harika bir senaryo kitabını merak ediyorum doğrusu…

Nicholson’ın karakterinin en sevdiğim yanı, hiçbir şeyden korkmaması. Onlara sahip çıkarken başına gelebilecek hiçbir şeyden korkmuyor ve büyük bir sorumluluk alıyor. Hiç kimsenin cesaret edemeyeceği bir şekilde onlara sahip çıkıyor, bu da baştan sona kadar izlediğimiz hapse giren, oradan kaçan, akıl hastanesinden kaçma teşebbüsü bütün bunlara rağmen aslında içinde ne kadar iyi bir insan yattığını gösteriyor bize, bizlere insanlığı öğretecek bir film…
“Hiç biriniz sokaklarda dolaşan insanlardan daha deli değilsiniz.”  bu repliğe bayıldım. Filmi sadece bu replikle bile özetleyebiliriz.
Onlara yapılan tedavi, elektrik şok vb. normal bir insana yapıldığında bile verdiği muazzam korkunç tepkileri Jack Nicholson’ın oyunculuğu vasıtasıyla gayet güzel gözler önüne sermişler. Akıllı bir insanın bile aklının başında kalması mümkün olmuyor böyle bir yerde…


İnsan muamelesi görmedikleri bir ortamda bile onları insanca yaşatmaya çalışan bir adam, onlara gösterdiği sabır, onlara verdiği güç onlara defalarca hiç kimseden bir farkı olmadığını göstermesi tüm bunlar filme yayılmış. Tek bir sahne demek çok güç ama her sahnesi sıkmadan, bıktırmadan gayet güzel yansıtılmış. Tüm filme tek bir kare olarak bakmazsak devamlı aynı konuyu ele alıyor ama bize farklı, farklı şekillerde gösteriliyor, her sahnenin ayrı bir manası var…

Kötülüğü, adaleti, gerçek adaleti sorgulayan iyi kalpli insanların olabileceğini bize gösteren bir film. Savunduğumuz şeyden her ne olursa olsun vazgeçmememiz gerektiğini gösteren bir yapım.  Birazda kendimden bir parça buldum bu filmde. Yaptığı son hareketi kesinlikle yapmak zorundaydı. Eğer orada o hareketi yapmasaydı karakterini ortaya koyamazdı. Eğer o tutumu o gün, orada sergilemeseydi belki hayatı bambaşka olacaktı ama kendi gibi olmayacaktı. İçinden geçeni yaptı, kendine karakterine yakışanı yaptı.




Hiç bıkmadan usanmadan vicdanının sesini dinleyen bir adam, Sadece vicdanlı insanların anlayacağı bir film… Geceleri rahat uyuyabilmeyi seçti ama onu uyutmadılar. Görüp görebileceğiniz en duygusal finallerden biri, kusursuz bir film…


12 Ağustos 2014 Salı

Film Eleştirisi: Hırsız var

Hırsızın okumuşu var okumamışı var,

Başrollerinde Haluk Bilginer, Mehmet Ali Erbil ve Gülse Birsel'in paylaştığı Hırsız Var filmi bin bir yolla çalınan bir tablonun hikâyesini konu alıyor...

Aslında çok Türk filmi izlemem ama bu çok saçma olmayan nadir filmlerden biridir. İyi bir konusunun olmasının yanı sıra bizim için ideal olan 3 nedeni dilerseniz sizin için sayayım...

3. İyi zamanlama... Henüz Türk seyircisi yeni, yeni Türk filmlerine alışmışken, İnternet çocukları yeni, yeni sanata alışıyor ve değer veriyorken böyle bir film yapılması gayet yerinde olmuş...

2.  Gülse Birsel’i hep senarist kimliğiyle tanıdık, evet biliyoruz kalemi kadar kuvvetli bir oyunculuğu yok ama onun olduğu yerde kalite olduğu kesin…

1. Okullu oyuncular var ama hem de ne okullu Showman Mehmet Ali Erbil’in oyunculuğunun ne kadar iyi olduğunu biliyoruz, her rolü başarabilen okullu bir oyuncu. Filmi izlemenize bütün 89 dakkaya değecek bir oyuncu var Haluk Bilginer. O öyle bir oyuncu ki, sizi ekrana kilitler tamamen bir karakter oyuncusudur. Herkesten farklıdır kesinlikle ve kesinlikle izletir…!!!

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Film Eleştirisi: Şark Vaatleri (Eastern Promises)

Şark Vaatleri (Eastern Promises) Sonum, Sonun, Sonumuz, Sonları… Daha filmi izlemeden çok popüler olduğunu biliyordum, hiçbir karesini görmediğim halde adını sıkça duymuştum… Filmi David Cronenberg’in yönettiğini öğrendim. Kendisi benim için 2012’den beri Cronenberg amcadır. Kendisinin biraz çıplaklık sevdiğini düşünmüştüm ama zaten bu zaman da hangi yönetmen sevmiyor ki? Daha önce Cronenberg amca’nın Sinek (The Fly) ve Cosmopolis filmlerini izlemiştim. Sinek çok değişik bir yapımdı, anlaması güç ama sinema tarihinde bir ilk. Cosmopolis ise son derece değişik repliklerle süslenmiş bir yapımdı başrollerinde yüz yılın yakışıklısı Robert Pattinson’ı rol almıştı… 


Filmin karanlık kendine has bir tarzı var, bulunan mektuplar, gangsterlerin iç yüzü her şey mümkün bu filmde. Filmin ilk anında itibaren güzel bir akışı vardı. Yönetmeni tebrik etmek lazım ki, müzikler danslar oldukça sanatsaldı, izlerken sırf bu kareler sayesinde sanata doyduk. Cronenberg amca’nın olduğu kadar Viggo Mortensen’i de başarılıydı, Vincent Cassel bir harikaydı Naomi Watts ise her zaman ki gibi hoştu. Film çoğunluklu Viggo üzerine kurulu olduğu için biraz ondan bahsetmek istiyorum… Şu meşhur hamamda geçen dövüş sahnesi gibi birçok sahneye yakışan bir oyuncu. Sonuna doğru kavrayamadığımı fark ettim ama sorun ben de değil bir kez daha izleyince anladım ki karışık bir sondu… Bütün bunlarla birlikte sırf bu ağır suç filmi havasının olması bile yeter… Saygılar Gözen D. Karahan…

21 Haziran 2014 Cumartesi

Film Eleştirisi: Son Hava Bükücü (Avatar: The Last Airbender)

Son hava bükücü, bük tümü? Bu filme yorumuma başlarken What happened? demem ağır kaçmaz umarım. Yani ne oldu?  Filmi izlerken çok şeyler bekliyorsun umutla değişik sürükleyici. Replikler iyi derken ama olmuyor yani replikler bile bu filmi kurtaramıyor.Filmi kavramak zamanımı almadı değil. Tam ısınmaya başlamışken boşlukları doldurma çabasına giriyorsunuz fakat, doldurulmayan bir boşluk var. Siz heyecan isterken macera isterken ummadığım bir filmle karşılaştım. Avatar The last airbender: Son hava bükücü Animasyondan gelen bir yapım olarak biliyoruz. Çocukluğumuzda izlediğimiz Nickelodeon da yayınlanan günümüz çocukların izlediği bir animasyon. Açıkçası ben hiç izlemedim, çizgi diziyi. Ama bu filmden daha iyi olduğu muhakkak. Filmde olan çok şey varsa ben hiçbirini göremedim. Tempoyu yükseltebilecek tek bir sahne varsa da onuda sona saklamışlar ve filmi bitirmişler. Yani son hava bükücü, bükemedi umarım seri olmaz...

Film Eleştirisi: Ahlaksız Teklif (Indecent Proposal)

Ahlaksız Teklif(İncecent proposal) Para, para, para Bir evli çift sıradan giden hayatlarında bir değişiklik yaşar bir adamla tanışırlar. Adam genç kadından etkilenir ve onunla bir gece geçirmek için 1 milyon dolar teklif eder.Bu ahlaksız teklifle yanıtları ve insanın para için neler yapabileceğini gösteriyor. Gerçekten son dece ilginç bir yapım. Paranın hırsın peşinden gidersen onun seni nereye götüreceğini gösteriyor boşu boşuna parçalanan hayatlar. Başrollerini  Demi Moore, Woody Harrelson gibi isimler paylaşıyor verdiği ders ise görülmeye değer... 4.3

Film Eleştirisi: Keşke 30 Olsam (13 Going On 30)

Nasıl anlatabilirim bu filmi bilemiyorum. Hayatımın filmi diyebilirim. Hayatımı değiştiren tek film. Bu filmi izleyince ne istediğimi daha iyi anladım hayatımı değiştirdi. Muhteşemdi, harika bir film. Anlatılmaz, bu film değil benim her şeyim hayatım. Lütfen izleyin ve yaşayın inanıyorum beni anlayacaksınız. Bu filmi sakın çocuk filmi veya anlamsız olarak görmeyin. Bu film o kadar anlamlı ki fakat Türkçe koydukları isim saçma orijinali 13'ten 30'a devam etmek. Bana sorarsanız hayata devam etmek demek. Seni seviyorum benim şehrim sizi seviyorum hayallerim izleyin hayalinize kavuşun. Büyülü bir yapım hayatın ta kendisini anlatıyor. Zaten Jennifer Garner’ı da bu filmde sevdim olağan üstü bir film hayatınızda izleye bileceğini en iyi film, en güzel, en başarılı. İzleyin çok çok, çok memnun kalacaksınız kesinlikle mükemmel, bir yapım tabii ki filmden anlayana. Her zaman yazmışımdır, her zamanda yazarım en sevdiğim film tek geçerim. Her zaman diğer filmlerden ayrılacak bir filmdir. Kimseyi bilmem ama bence böyle. İzleyin ve hayallere doyun. 13 Going on 30 ilk çıktığında onu Tom Hanks’ in Big' ine benzetmişler sıradan bir çocuk komedisi diye, fakat film 2. sıraya yerleşmiş ve bu da Jennifer Garner için büyük bir başarı olmuş. Tartışmasız en sevdiğim film, zaten başka hangi film beni Columbia Pictures gördüğüm an heyecanlandırır. Keşke 30 olsam a çok şey borçluyum. 2 kere üst üstte izliyordum bu filmi. Tanrım! Biliyorum tam bir deli gibi. Ama şunu söylerim izlediğim hiçbir dakika, saatten pişman değilim ve dedim ki vay be iyi ki izlemişim dedim…

Oyuncu incelemesi: Natalie Portman

Natalie Portman deyince akla oyunculuk gelir. Sadece \'oyunculuk\'. Hayatımıza böylesine giren bir kadını artık fark etmeliyiz dedi ve Black Swan\'i (Siyah kuğu) çekti. Böylelikle oyunculuğunu tüm dünyaya kanıtladı. Bu seneki oscarda (2011) kesinlikle favorimdi. Her şeyden çok zaten performansının da farkında olarak  filmografisine verilmesi gerekiyordu. Sonunda hak eden kazandı ve Natalie portman oscarı kucakladı. Peki bu bildiğimiz kadın, rollerin altından kalkıcak yetenekte ve güzellikte. Umarım fark etmek yıllarımızı almamıştır, e benimde almadı. Closer,V for vendetta,Paris Je\'aime, My blueberry nights,Mr. Magorium\'s Wonder Emporium, uzar gider benim için en önemlisi ise "The other boleyn girl" (Boleyn kızı) Bu filmde beni büyülemişti. Filmde hatırımda kalan sahneler genelde Natalie\'nin performansıydı. Son olarak performansta doruk noktası olan filmden söz etmiyorum bile, Black Swan.  Tarif edilemez bir yetenek üzerine oynanılacak film. Ben filmi değil performansı görmek istiyorum demek için birebir. İyi ki varsın Natalie sensiz bir sinema varsın olmasın...



Oyuncu İncelemesi: Beyonce Knowles

Beyonce hakkında ne söylenebilir ki çok severim onu ben çok bana çok kötü bir huy kazandırdı ondan başka kimseyi dinleyemiyorum ingilizce şarkılarda hep onun o sesini arıyorum ve görüyorum ki kimse onun gibi değil... Gelelim oyunculuğunda kendisi müthiş bir solisttir divadır benim kalbimde öyledir lakin filmlerinde de iyidir ama, ama müzikal filmlerinden oynasın lütfen diğer filmlerde replikleri söylerken şarkı söylüyormuş gibi söylüyor hele şarkı söylerken bir boyun kırma hareketi yok mu işte onu filmlerinde çok yapıyor. özellikle bunu obsesed gördüm. Her zaman yaptığı işleriyle bir numara tartışmasız divamız Sahnede Sasha bizim Beyonce Gisella Knowlesımız...

Oyuncu incelemesi: Kristin Chenoweth

Emmy ödüllü oyuncumuz oynadığı diziyle sevmişimdir diğer başrol oyuncusunu bile o müthiş performansıyla benim gözümde alt etmiştir gerçekten çok iyi bir oyuncu dikkatli bakıldığında çok da güzel dahada başarılı olmasını onu daha sık görmeyi umuyorum...

Oyuncu incelemesi: Philip Seymour Hoffman

Philip Seymour Hoffman

Philip Seymour Hoffman

Çok mükemmel bir oyuncuydu, her rolün adamıydı yan rolde oynasa bile başroldeymiş gibi bir keyif verirdi size. Çok erken gitti. Gandolfini'ye de çok üzülmüştüm ama o eceliyle öldü bu uyuşturucu kurbanı oldu...


.