Kafamdakinirvana

Kafamdakinirvana

31 Ağustos 2014 Pazar

Film Eleştirisi: Takip (The Rover)

Hayatınızda Ne Kadar Değerlisiniz?
 Artık dünyanın sonuna yaklaşırken Avustralya’da kalan tek tük insanlar. Ekonomi çöküşte, insanlar azalıyor.  Burada yaşayan bir adam tek sahip olduğu şeyi yani arabası çalınınca onu geri almaya koyulur. Psikolojik, dram ve aksiyon karışımı bir film…

Guy Pearce’in canlandırdığı Eric’in arabası 3 adam tarafından çalınır, kendini savunmaya çalışırken darp edilir ve kendi içinde psikolojik sorunları olan bir kişilik olduğundan dolayı bu işin peşini bırakmaz. Arabasının peşine düşüyor ve bu uğurda önüne geleni gözünü kırpmadan vuruyor.  Arabasını bulmak için her şeyi göze alan Eric, çıktığı bu yolculukta Rey adında genç bir çocukla (Robert Pattinson) tanışıyor.  Bu delikanlı tapılası yakışıklı,  karizmatik bakışlı ve çok seksi bir vücudu olmasının dışında akli dengesi yerinde olmayan biridir. Eric arabasını çalan adamın bu delikanlının ağabey’i olduğunu öğrenir. Eric onu bir şekilde hayatta bırakacaktır eğer onu ağabeysine görürse…


Filmin boyunca bize sunulan birçok duygu var, Eric’in yalnızlığı, vicdanını kaybetmiş bir ağabey kardeş ilişkisi, kendi içinde yaşadıkları psikolojik sorunları vb.
Eric’in (Guy Pearce) psikolojik sorunlarının ara,  sıra dışarı vurumlarını şöyle özetleyebiliriz. Karakterin yer, yer duraksamaları, ani kafa karışıklığı yaşatan tepkileri.



 Rey karakteri (Robert Pattinson) başta bahsettiğimiz gibi saf ve yarı deli diye tabir edebileceğimiz bir gençtir.  Birlikte çıktıkları bu yolculukta bize gösterilen İki farklı karakteri, iki amacı olan insan aslında tek amaçları hiçbir amaçlarının olmaması…


David Michod’u daha önceki başarılı işlerinden (Animas Kingdom) Sizler zaten biliyorsunuz. Ben de kendisini tebrik ediyorum son derece güzel noktalardan yakalamış filmi ve tabi ki son derece iyi bir kurgu. Bunu da bu yıl Cannes’a aday olarak tescilledi. Filmdeki boşlukların sebebi beklide oyunculukları ön plana çıkarmak istemeleridir. Oyuncuların çok iyi yakın planları var görüntü yönetmenini tebrik etmek lazım.
Guy Pearce’in performansı beklediğim gibi diyebilirim, çünkü en az bu kadar iyisini bekliyordum. Gel gelelim tapılası yakışıklı Robert Pattinson’a onun her geçen gün üstüne koyduğu ve daha iyisini meydana getirdiği bir performans kalitesi var. Her yaptığı filmde kendini daha da geliştiriyor bknz: (Bel Ami, Cosmopolis)  Bence tüm genç oyuncular böyle olmalı. Pattinson hakkında sevdiğim bir diğer şey ise her zaman risk almasıdır. Yüz yılın yakışıklısı olmasına rağmen kendini çirkinleştirmekten korkmuyor. Kendisinin yakından bir takipçisi olarak söyleyebilirim ki; Hollywood gençlerinin en mütevazısıdır Robert Pattinson…



Eric’in takıntılı bir karakter olduğunu daha ilk baştan arabası çalındığında gözlemliyoruz, bu bizim için büyük bir ipucu.  Ara, ara bize geçmişinden bilgiler sunuyor, duygularını gözlemlemeye çalışıyoruz.





 Anlık duygu gel gitlerini b sadece gözlerinden bile bize çok iyi yansıtıyor. Pearce ve Pattinson’ın karşılıklı oynadığı sahnelerde gördüğümüz gibi Pattinson gelmiş geçmiş en iyi performansını ortaya koyuyor. Sadece gençlik filmlerinde değil tüm filmlerde rol alabilecek bir oyuncu olduğunu bize gösteriyor. Henüz yolun başında ama kaliteli filmlere, kaliteli projelere imza atıyor.



Filmin bizzat takipçisi olarak söyleyebilirim ki, görüp görebileceğiniz en zor şartlarda altında çekilmiş bir film.  Filmin aralarında boşluk olsa bile, bazı duraksamalar olsa bile bence bunu yönetmen bilerek ve kasten yapmış…
Filmin aslında bir amacı varmış gibi gösteriliyor ama sonlarına doğru anlıyoruz ki birçok amaca hizmet ediyor.  Filmin bize göstermek istediği birçok şey var; Pearce’ın karakterinin hırsları, içinde var olan ve dışarıya vuramadığı vicdanlı yanını görüyoruz. Böyle bir ortamda bile deli bir oğlanla kurduğu ilişki, herkesi gözünü kırpmadan katleden bir adamın bile sevebileceği bir insan.  Bu uzun yola iki düşman gibi çıkıyorlar ama yol onları bambaşka duygulara sürüklüyor.



Filmin Soundtrack’ine gelince Keri Hilson’ın “Pretty Rock Girl” şarkısı harika olmuş.  Müziği çok güzel ama özellikle de sözleri Robert Pattinson’ın hem filmdeki karakterine hem de özel hayatına çok uyuyor. “Dont hate me cause I’m beautiful.” Yani “Çok güzelim diye benden nefret etme.”  Bu şarkıyı bir parça Robert Pattinson’ın dudaklarından döküldüğünü duymak güzel bir histi.


Pattinson’ın bu karakteri bu kadar iyi oynamasının sebebi; karakterini gerçekten benimsemedir. 2013 Şubat ayında filmi çekerken,  karakteri ne kadar sevdiğini, ne kadar zor şartlar altında çektiklerini, sineklerin ve sıcağın gazabına uğradığını ve çirkinleşmek için saatlerce süren makyajdan bahsediyordu.   Kendini i çirkinleştirmek her baba yiğidin harcı değildir, bu yüzden bir kez daha söylüyorum Robert Pattinson bu işe gerçekten gönül veren bir oyuncudur. Bence Guy Pearce’le de çok iyi bir partner olmuşlar…

 “Birini öldürdüğünde bunu düşünmelisin, bunu unutmaya çalışmamalısın, bu cezasını çekmenin en iyi yoludur.”
“Her şeyin bir anlamı olması gerekmez.”
“Beni aldattığı için karımı öldürdüm ve kimse peşimden gelmedi. Kimse aramadı, bu 10 yıl önceydi. Hiçbir zaman açıklama yapmak zorunda kalmadım, kimseye yalan söylemek zorunda kalmadım, yalan söylemek zorunda kalmadım, kimse peşimden gelmedi, bunun önemli olmamasını bilmek, bunun gibi bir şey yapıp kimsenin peşimden gelmeyeceğini bilmek beni daha da kırdı.”

Filmde geçen ve asla aklımdan çıkmayacak replikler…

Özgüveni olmayan bir adamla aşırı özgüveni olduğu için başına derler açan bir adam yan yana gelirse ne olur? Bu içinde birçok türü barındıran filmi izleyin ve öğrenin…

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Kitap Eleştirisi: Halil Cibran - Aşk Mektupları (Love Letters)

Halil Cibranoğlu tam anlamıyla on parmağında on marifet olan Lübnan bir yazar, ressam ve filozoftur. Eserlerinin birçoğunu İngilizce yazmıştır, birçok önemli eseri vardır…

Kendisini sevenler, beğenenler bilir birçok değerli eserini, ben henüz hiç birini okumadım, ama onu tanıyacak ve düşüncelerini kavrayacak bir kitap okudum. Tamamıyla kendi duygularını yansıttığı kendi özel yaşamından, kendi gönderdiği mektuplardan oluşan Aşk Mektupları adlı kitabını okudum…
Kitabı okurken oldukça eski bir dilde yazıldığı için ara sıra kopabilirsiniz, bir de Halil Cibran’ın yazarken yaşadığı hezeyanlar, duygu gelgitleri tüm karakter özelliklerini gözler önüne serişine bayıldım. Bu açıdan kendimden bir parça buldum, konudan konuya geçişleri, hafif çılgın yazım tarzı, düşüncelerini en iyi örneklerle dile getirmesi tam anlamıyla kendimden bir parça buldum. Böyle insanlar kendimden de örnek verebilirim; anlaşılması ve yaşanması zor insanladır, ama tadına bir bakarsanız vazgeçmeniz kolay olmaz…
İlk önce Cibran’ın aşkını görüyoruz, hiç görmediği bir kadına son derece saygı çerçevesinde yazdığı mektuplardan âşık oluyor ve şimdi ki gençler gibi bunun cıvığını çıkarmıyor. Aşkını bile son derece asil yaşıyor.
Her zaman ilgimi çeken bir detay da; genellikle kaybettiklerimiz insanlardan sonra çıkan kitapların satışa sunulma nedenidir. Onların özel hayatlarıyla ilgili ya mektuplar bulunur, ya da sonradan yazdığı kitaplar bulunur, bunlar paraya dönüştürülür.  Evet, ben bir kitap sever olarak paraya dönüştürülen şeyleri sevmiyorum lakin, eğer bir insan okuduğu, sanatını sevdiği bir kişinin karakterini öğrenip, derine inmek istiyorsa,  bu kitaplar son derece yardımcı.  Benim tercih ettiğim, kitapseverlerin tercih ettiği, herkesin adına konuşamam ama en azından belirli bir çoğunluğu ele alırsak, bu işin en doğrusu yazarın sahibinden izin alınmasıdır.
Kitabın tasarımını çok beğendim ayrıca, kitabın eski dil olmasına karşın Halil Cibran’ın bize verdiği o konuşma tarzı çok iyi geçiyor, yazdığı yazılardan karakteri çok iyi geçiyor.
Sevdiği kadın Mey Ziyade; yaptığı eserleri, yazdığı kitaplarının ilk önce onun okumasını istemesi, ilk onun fikrini almak istemesi, burada çok güzel ve naif bir aşk yatıyor…  Aynı zamanda o düştüğü boşluk bu cümlelerle anlatıyor. “Şu anda oturuyorum, yine tek başıma sigara içiyorum.” Şeklinde kendini ifade edişleri gerçekten muazzam.

Kitapta sevmediğim bir taraf ise;  Halil Cibran’ın sadece kendi yazdığı mektuplar var. Keşke izin alınabilseydi, keşke Mey Ziyade’nin de ona verdiği karşılıkları görebilseydik ki,  bu ilişkiyi daha iyi analiz edebilseydik, çünkü sadece tek taraflı analiz edebiliyoruz…
“Tanrı Seni Benim İçin Korusun”
Ne kadar güzel bir cümle, şimdi böyle aşkları hiç bulamıyoruz ama kendimden bir parça buluyorum demiştim ya, ara sıra bu kadar eskiye dayalı konuşmalar olmasa tamamıyla ben diyeceğim…  Dolayısıyla arada bazen kopmalar yaşayabilirsiniz kitapta…
Kitabın adı Aşk mektupları, ama bence kitapta anlatmak istedikleri, aşk mektupları değil. Bence kitapta hepimizin sevdiği, bildiği bir sanatçının karakter analizi var. Arkadaşlarına yazdığı mektuplar, Arkadaşlarıyla olan konuşmaları, dostlarıyla olan mektuplaşmaları var.

Kitapta bana en absürt gelen şey, daha doğrusu Halil Cibran’ın hayatından bir konu var ki bana son derece absürt gelen; bu kadar sevmesine karşın, bu kadar istek duymasına karşın, Amerika’ya, yurtdışına gitmiş ve gidebilme imkanına sahip olmasına rağmen asla sevdiği kadınla buluşmak için bir adım atmaması…  Kısacası Halil Cibran – Aşk Mektupları  okumanızı tavsiye edeceğim güzel bir kitap…

Kitap Sevenlere Önemli Duyuru

D&R'da büyük indirim. Çok satan kitapların bazılarını 9'90'a bulabilirsiniz. Ben buldum kaçırmadım 3 tane kitap aldım. #jamiemcguire #araf #ahmetbatman#sabahuykum ve #benimlekal Bence siz de bu fırsatı kaçırmayın derim...

29 Ağustos 2014 Cuma

Film Eleştirisi: Guguk Kuşu (One Flew Over The Cuckoo's Nest)

Vicdan, Cesaret, Sorumluluk Siz De Bunlar Var Mı?


R.P Mcmurphy kendince haklı sebeplerden yolu hapishane’ye düşer, daha sonra akıl hastası numarası yaparak kendini bir akıl hastanesine sevk ettirir.

 Film konu itibariyle böyle başlıyor ve son derece ilgi uyandırıyor. Film düşündüren bir film, sıkmadan çok fazla zorlamadan düşündürmek olmuyor mu? Oluyormuş bunu bu filmde görüyoruz.  Gözlemlediğim kadarıyla da sırf oyunculukların aktığı bir yapım, rahatlıkla analiz edilebilecek bir seyir…


Jack Nicholson’ın performansı göz dolduruyor ayrıca, oyuncular gerçekten çok iyiler. R.P MCmurphy karakteri ilk başlarda bizim için ne akıllı ne de deli nötr bir karakter olarak gözüküyor. Etrafındaki kişilere yardımcı oluyor, onlara yardımcı olurken fark etmeden kendine de yardımcı oluyor.  Her sorulara ciddi cevap verdiği bölümlerde ise insanların akıllarında bu soruyu bırakıyor; ya kendini akıllı göstermek isteyen bir deli ya da deli görünmek isteyen bir akıllı?

Hapishanede bile bundan daha iyi muamele gördüğünü öne sürüyor ve diğer hastalara yol göstermeye çalışıyor, onlardan farklı davranıp onlara örnek olmak istiyor. Dayanabildiği kadar dayanıp tedaviye karşı geliyor, bir baş kaldırış meydana getiriyor ve bütün bu olanlar hastanenin hem hemşirelerinin hem de yönetimin hoşuna gitmiyor…

Akıl Hastanesi’nde son derece sıkı bir yönetim var, deli olmayan insanları bile deliliğe teşvik eden bir yönetim.  Jack Nicholson’ın oynadığı karakterin yalnızca TV’yi değiştirmelerini istemesi bile nelere yol açtığını görünce, bu insanlara zorla verdikleri bu katı eğitim onları gün geçtikçe daha da katılaştırıyor ve tam anlamıyla daha da delirtiyor.  Böylelikle hiç kimseye değer verilmediğini görüyoruz,  oradaki yönetim için bu kadar insanın hayatının bir değeri olmadığını gözlemliyoruz.  Belki hasta olabilirler ama iyi bir tedaviden geçmiyorlar, sadece ilaç vermek, bazı garip sorular sormak dışında insanlara ne istediklerini,  ne yapmak istediklerini, ya da onlara verilecek kişisel haklarını hiçbir şekilde sorgulamıyorlar.

Hastalara yapılan muamele sonrasında, R.P Murphy onların hayal güçlerini kısıtladıklarını fark ediyor ve onları daha çok hayal kurmaya sevk ediyor.  Kendisinin de onlar gibi bir akıl hastası olabileceğini düşünüyor, çünkü akıl hastalığının sadece aşırı dışa vurması değil içinde de yaşanabileceğini öne sürüyor.

Akıl hastanesinden kaçmaya çalışır kimi zaman bunu başarır ama sadece kendisi değil oradaki tüm arkadaşlarını da beraber götürür.  Pek de kolay olmayacağını bile, bile onlara yeni bir hayat hazırlamaya can atar. İşte burada saf bir sevgi görüyoruz, izlerken fark edemeyebilirsiniz ama arkadaşlarına karşı aşırı bir sevgisi olduğunu filmin sonunda daha çok göre biliyoruz…

 Konu edilen bu hayat gerçekten iyi bir örnek oluşturuyor, sadece akıl hastaları için değil normal bir insanın bile elinden tutulduğunda, yaşamaya teşvik ettiğinde, yeterince çabaladığında bunun meyvesini alırsınız.



Hastalara yapılması gereken şeyleri öğretiyor, adeta yaşamayı öğretiyor.  Onlara normal insanlarmış gibi davranıyor,  ama onlara “Deliler” diye sesleniyor. Gerçekten gerçeğin ta kendisini yansıtıyor bu film…

Zekice replikler denilince bence akla bu filmden başka film gelmemesi lazım.  Son derece güzel replikler, mükemmel oyunculuklar, harika bir senaryo kitabını merak ediyorum doğrusu…

Nicholson’ın karakterinin en sevdiğim yanı, hiçbir şeyden korkmaması. Onlara sahip çıkarken başına gelebilecek hiçbir şeyden korkmuyor ve büyük bir sorumluluk alıyor. Hiç kimsenin cesaret edemeyeceği bir şekilde onlara sahip çıkıyor, bu da baştan sona kadar izlediğimiz hapse giren, oradan kaçan, akıl hastanesinden kaçma teşebbüsü bütün bunlara rağmen aslında içinde ne kadar iyi bir insan yattığını gösteriyor bize, bizlere insanlığı öğretecek bir film…
“Hiç biriniz sokaklarda dolaşan insanlardan daha deli değilsiniz.”  bu repliğe bayıldım. Filmi sadece bu replikle bile özetleyebiliriz.
Onlara yapılan tedavi, elektrik şok vb. normal bir insana yapıldığında bile verdiği muazzam korkunç tepkileri Jack Nicholson’ın oyunculuğu vasıtasıyla gayet güzel gözler önüne sermişler. Akıllı bir insanın bile aklının başında kalması mümkün olmuyor böyle bir yerde…


İnsan muamelesi görmedikleri bir ortamda bile onları insanca yaşatmaya çalışan bir adam, onlara gösterdiği sabır, onlara verdiği güç onlara defalarca hiç kimseden bir farkı olmadığını göstermesi tüm bunlar filme yayılmış. Tek bir sahne demek çok güç ama her sahnesi sıkmadan, bıktırmadan gayet güzel yansıtılmış. Tüm filme tek bir kare olarak bakmazsak devamlı aynı konuyu ele alıyor ama bize farklı, farklı şekillerde gösteriliyor, her sahnenin ayrı bir manası var…

Kötülüğü, adaleti, gerçek adaleti sorgulayan iyi kalpli insanların olabileceğini bize gösteren bir film. Savunduğumuz şeyden her ne olursa olsun vazgeçmememiz gerektiğini gösteren bir yapım.  Birazda kendimden bir parça buldum bu filmde. Yaptığı son hareketi kesinlikle yapmak zorundaydı. Eğer orada o hareketi yapmasaydı karakterini ortaya koyamazdı. Eğer o tutumu o gün, orada sergilemeseydi belki hayatı bambaşka olacaktı ama kendi gibi olmayacaktı. İçinden geçeni yaptı, kendine karakterine yakışanı yaptı.




Hiç bıkmadan usanmadan vicdanının sesini dinleyen bir adam, Sadece vicdanlı insanların anlayacağı bir film… Geceleri rahat uyuyabilmeyi seçti ama onu uyutmadılar. Görüp görebileceğiniz en duygusal finallerden biri, kusursuz bir film…


28 Ağustos 2014 Perşembe

Haftanın 'EN'leri

Bu haftanın enlerini yine seçtim, işte huzurlarınızda haftanın enleri...

Haftanın Kitabı: Tatlı Bela - Jamie Mcguire
En beğendiğim serilerden biri olan Jamie Mcguire'in yazdığı Tatlı Bela serisi (The Beautiful Disaster) iyi bir hafta geçirmeniz için okumanız gereken kitaplardan biri...

Haftanın Filmi: Ölü Ozanlar Derneği
Detaylı bilgi için tıklayın
Blog'da yazdığım gibi, gerçekten insana iyi dersler çıkaran, kitap gibi okunan  filmlerden biri... 

Haftanın Albümü: Murat Dalkılıç - Derine 
Bu nasıl aşk?, Derine, İki yol, Yani ve sayamayacağım bir çok hit'in yer aldığı bu albümü şiddetle dinlemenizi tavsiye ediyorum. Özellikle söz ve müziği Gülşen'e ait olan "Derine" şarkısına kulak kabartmanız tavsiye olunur...

Evvet! Bu haftanın enleri bu kadar Haftaya görüşünceye dek EN'lerimle kalın... Hoşçakalın....

26 Ağustos 2014 Salı

Film Eleştirisi: Çirkin Ördek Yavrusu Ve Farecik (The Ugly Duckling And Me)

En İyi Baba Oğul İlişkisi

Bir gün bir fare yola bir yumurta bulur, onu soğuktan ve oluşabilecek tüm kötülüklerden korumak için yanına alır.  Hem de sırf baba rolünü üstlenmek için değil, hem anne hem de baba olmak için…

Çizgi filmlere ne kadar düşkün olduğumu anlatmama gerek yok, çizgi filmler sadece çocuklar için değildir tam tersi aslında biz yetişkinler için yapılır, yeterince hayal kuramayan yetişkinler için ya da benim gibi hayallerine yön veren yetişkinler için…
Filmin bu kadar iyi olacağını tahmin etmiyordum, ekrana yapıştıran tekrar, tekrar izlesen bile asla ‘zaplamana’ için vermeyen bir animasyon.
Nedense bana animasyonlar her zaman daha duygusal gelmiştir, orada anlatılan duyguları her zaman daha saf ve daha güzel bulmuşumdur çünkü animasyon yapımcıları ve yönetmenleri bu konuda çok iyiler…
Çirkin bir ördek yavrusu klasik hikâyeden çok uzak, bir fare tarafından bulunur, ne kadar çirkin olursa olsun ona analık yapmaya karar verir. Onu herkesten çok sever ve ona çok iyi bakar. 4 4lük bir anne figürü sergiler, kimi zaman gelgitleriyle tartışmalarıyla bunu çok iyi yansıtan bir yapım. Mutlaka çocuklarınızla birlikte izlemelisiniz…

Seslendirenlerin hakkını yememek lazım onlarında emeği çok büyük özellikle her karaktere can veren bizi çeken Okan Bayülgen bir harika. İlk kez seslendirme yapmış olmasına rağmen bu işte gayet iyi olan Keremcem’i es geçmek mümkün değil, filmin en sevdiğim repliği “Anneciğim” oldu. Ve Yekta Kopan o her işte harikalar yaratıyor. 

22 Ağustos 2014 Cuma

Film Eleştirisi: Ölü Ozanlar Derneği (Dead Poets Society)

Sıkıcı boş bir hayat, ah neye yarar?

 Carpe… Carpe… Carpe Diem… Yaşadığınız günü kavrayın, çocuklar. Hayatınızı olağandışı yapın!



Bir gün bir grup öğrencinin sıkıcı,  hayatlarını değiştirecek bir öğretmen gelir okula.  Yeni öğretmenleri boş hayatlarını farkına varmalarını öğretir onlara, anı yaşamayı öğretir. Yani Carpe Diem…


Benim de kendim hayatımda benimsediğim, kendi içimdeki sesi dinleyerek bulduğum bir felsefedir Carpe Diem.  Her insan içindeki sesi kendi kendine bulamaz bazen bir yardıma ihtiyaçları olur işte böyle bir durumda; kendilerinde asla cesaret bulamayan, düşünce özgürlüğü olmayan bir grup öğrenciye özgürlüğü öğreten gerçek bir öğretmen gelir Robin Wiliams…

Öğrencilerin kimisi bu sıra dışı öğretmene inanmaz, kimisi şımarır, kimisi can kulağıyla dinler bir çok farklı ve gerçek karakterleri bize göstermişler. Hepsinin tek bir ortak yanı vardır  ‘Ne olacaklarını, ne yapacaklarını’ asla bilemezler… Bu da karakterleri çok sahici yapıyor, çevremizde bir çok insan hayattan ne beklediklerini, ne yapmak istediklerini, ne için yaşadıklarını bilemiyor. Bunlar tutkusu olmayan insanlar ya da tutkularını asla açığa çıkarmamış…

Sınıftaki bir öğrenci öğretmenin tüm ‘gösterdiklerini’ dikkate alır, içindeki sesi dinler  oyuncu olmak istediğine karar verir, ne yazık ki toplumsal baskı, aile ve çevre baskısı yüzünden hep içine gömmek zorunda kalmıştır.  Bunu Öğretmeni (Robin Wiiliams) sayesinde gerçekleştirmiştir ve karşısına çıkacak bir çok engelle başa çıkmak zorundadır…



Öğretmen hayatın tadını çıkaramayan çocuklara adeta “Nasıl yaşanır?” dersi veriyor ve onları şiir okumaya yönlendiriyor… Filmde en çok etkilendiğim sahnelerden biri de, Korkak hiçbir şeye cesaret edemeyen bir çocuğa bile şiir yazdırmasıydı, bunun tek yolu düşüncelerini çırılçıplak ortaya sermesiydi.
Öğretmenlerinden güç ve akıl alarak yarattıkları Ölü Ozanlar Derneği onların hayatını bir anda renklendirir. Gizlice buluşmalar ve şiir okumalar tüm o sanatçı ruhlarını ortaya çıkarır…
Filmde ne olduysa ilk başlarında ve sonunda oldu, Robin Wiliams beklediğim kadar görünmüyordu dolansıyla filmin konusunu yayma şekli o kadar iyi değildi…
Robin Wiliams’ın ve Ethan Hawk’n performansları harika, özellikle de Robin Wiliams’ın… Kendisinin sıcacık bakışları, yaptığı o sıcak mimikler, duygulu, esprili bakışları insana o kadar çok geçiyor ki, onu izlemekten asla bıkmıyorsunuz…
Sonuç itibariyle hayatınıza iyi bir yön verebilecek, iyi bir film Ölü Ozanlar Derneği…




20 Ağustos 2014 Çarşamba

Film Eleştirisi: Dövüş Kulübü (Fight Club)

"Sizler özel değilsiniz bu dünyada şarkı söyleyip dans eden pislikleriz..."



Jack son zamanlarda depresyonun eşiğindedir, uyuyamaz, çalışamaz hiçbir şey yapmaya mecali yoktur, doktorların kapısını çalıp uyku hapları istese de her zaman geri çevrilmiştir.  Tam da böyle bir zamanda tesadüfen bir adamla tanışır. Adı; Tyler Durden, Jack sessiz sakin, uysal kişiliği olan bir adamdır, Tyler ise onun tam tersine son derece cesur, agresif, girişken bir insandır. Beraber kurdukları bu ilişki Tyler’ın kurduğu dövüş kulübüyle tuhaf bir hal alır…



İlk olarak Jim Uhls’ın kalemini, zengin hayal gücünü, onu bize sunarken sağlam alt yapısını sonra , David Fincher Chon Kye-Young’ı tebrik etmek lazım, çektikleri bu görsel şöleni tarif etmesi imkânsız.  Onlar olmasa bu film belki bu kadar güzel olamazdı ama şuan tamamen yanlış kelimeler kullanıyorum, bu filme güzel demek ne kadar doğru bilemiyorum… Aklıma takılan şey,  bu kadar iyi işler yapan yönetmenlerin neden hep tek tük filmi olduğudur…
Hani herkesin sevdiği şu ünlü filmler yok mu? Arkadaşlarınız, köşe yazarları yahut internetten size tavsiye edilen.  Sizin izlediğinizde keyif aldığınız ama “O kadar da abartılmaz ki?” tarzında iç çektiğiniz filmler, işte onların hepsini unutun.  1000’i aşkın favori filmim var, 2000’e yakın film izlemişimdir, hepsi benim için çok önemli, hayatımı estetize eden küçük, küçük parçalardan oluşan büyük tecrübeler. onlara çok şey borçluyum. Bu film çok farklı, anlatmak istediğim şu ki; bu film tüm övgüleri, tavsiyeleri sonuna kadar hak ediyor. İlk defa bir filmi izlediğim de “Evet bu!  Aradığım film buymuş! Bu benim hayatımın filmi.” Dedim. (Tabi ki 13 going on 30’den sonra…”)


Biraz oyuncularımızdan bahsetmek istiyorum,  Edward Norton her zaman olduğu için masum, saf yüzünü çok iyi bir şekilde kullanmış, birçok farklı rolle karşımıza çıktığını bilerek söylüyorum ki, onu saf adam rollerinden başka role yakıştıramıyorum. Benim gözümde şuan için ortalama bir oyuncu, ama bu filme çok yakıştığı kesin...


Brad Pitt yıllardır yakışıklılığıyla gündeme gelen konuşulan bir adam  , peki ya performansı ve karakteri? Kimsenin karakterini eleştirmek bana düşmez, herkes kendi karakterini ortaya koyduğu kadardır ama popüler olduğu sürekli medya önünde olduğu bir gerçek, haliyle bu da onu ‘eleştirilebilir’ yapıyor buna rağmen bu konuda tek bir laf etmeyeceğim…  Gelelim somut şeylere; onun bir röportajını okumuştum, sinema ile ilgili söylediği şeyler hala aklımdan çıkmıyor, yakışıklı olduğu kadar zeki olduğu da kesinleşti benim için. Performansına gelince, bu rol dâhil diğer tüm filmlerinde, dünyayı sarmasının tek nedenini yakışıklılığı olmadığını bizlere kanıtlıyor, Brad Pitt çok daha fazlası, tüm bu övgüleri hak eden bir oyuncu. Başka bir Tyler Durden düşünemiyorum…
 Helena Bonham Carter ise henüz oyunculuğunun başında olmasına karşın, kendine has fevkalade performansını sergiliyor…


Filmin başından beri aslında bize gösterilmek istenen hepimizin asla gerçek hayata yansıtamadığımız bir yanımızın olduğudur, Tyler Durden’la tanıştığından beri kendini bambaşka bir  hayatta bulur,  Durden insanı gün geçtikçe çeken, zeki bir adamdır, konuşmalarında, söylediği her bir sözde insanı uzun süre düşündüren bir gerçeklik vardır.. Onun söylediği sözlerden etkilenememek mümkün değil, mutlaka hepimiz hayatından geçen bir cümlesi vardır ve bunu söylerken son derece hayata kızgın ve umursamaz görünür. Bir dövüş kulübü yönetir, sabun yapar hayatını zevk için yaşar ama gerçeklerin adamıdır, her zaman doğruları söyler, Durden Jack’in tam tersidir yakışıklıdır, ona hayran olmayacak kimse yoktur, bir sürü çılgınlıklar yapar!  Bütün bunları kılını bile kıpırdatamayan bu adama yaptırır…

Filmin ilk başlarında sizi bunaltacak şekilde bunalımlı bir adamda bahsediyor, insonmonia’nın eşiğinde bir adam bu, belki de daha başka bir sürü dertten muzdarip. Doktoru onun durumunu görmezden gelip, onu grup terapisine yönlendiriyor, orada tanıştığı o dertli insanlar ona asla yardımcı olmuyor,  her geçen gün daha kötüye gidiyor.  Neyse ki şanslı bir şekilde karşısına bir kadın çıkıyor bütün bunlar olurken siz neler olacağını tahmin bile edemiyorsunuz, dönüp baktığınızda size yaşananları sunuş tarzına hayran kalacaksınız ama henüz farkında değilsiniz, artık bir kız arkadaşı olsa bile onu bütün bunlardan koparıp alacak bir kurtarıcısı yoktur, Tyler Durden gelene kadar…

 - Bana vurabildiğin kadar sert vurmanı istiyorum. Her şey bu replikle başlar konuşmaları, aralarında geçen bu sohbet defalarca izleseniz bile sizi sarsabilir, adamımız kendini asla tahmin edemeyeceği bir yerde bulur, bir dövüş kulübünde,  sıkıcı boş hayatına karşın, heyecanlı bir hayatla baş başa kalıyor.  Artık bambaşka biridir,  bu heyecanlı hayat bir süre sonra canını sıkmaya başlar, işler istediği gibi gitmez, bir anda Tyler’dan kurtulmaya karar verir ama asıl soru Tyler Durdan aslında kimdir? Yavaş, yavaş kafasında her şey oturmaya başlar, fark edemediği sizinde izlediğinizde yakalayamadığınız ayrıntılar. Her saniyesi müthiş kurgu olan bu filmi mutlaka tekrar, tekrar hatta yavaş, yavaş ağır çekimde izlemeniz lazım zira böyle bir filmi kavramak da izlemekte kolay değil…

Bu filmin nasıl olurda sadece 1 oscar adaylığı aldığına hala inanamıyorum, rekabet ettiği filmleri bilmem ama en azından hak ediyordu, filmin bu kadar kişiye ulaşmasında güzel bir pazarlama var mıdır derseniz, bence bu bütün gişe filmleri için geçerli ama bu film hepsinden çok daha fazla… Filmin çekildiği yıl 1999 yılı gerçekten iyi bir döneme denk gelmiş, gerçekten küçük mükemmel parçalar bu mükemmel filmi oluşturmuş, ayrıca ufak bir dipnot; Sonunu bu kadar heyecan verici bağlayan beni bu kadar tatmin eden bir final görmedim, üst üstte iki kere izlediğim daha fazla izlemeye hazırlandığım muazzam bir film… Filmdeki olaylar belki biraz hayal ürünü ama günlük yaşamımızda beynimiz bu veya buna benzer oyunlar bizlere de oynamıyor mu?





12 Ağustos 2014 Salı

Film Eleştirisi: Hırsız var

Hırsızın okumuşu var okumamışı var,

Başrollerinde Haluk Bilginer, Mehmet Ali Erbil ve Gülse Birsel'in paylaştığı Hırsız Var filmi bin bir yolla çalınan bir tablonun hikâyesini konu alıyor...

Aslında çok Türk filmi izlemem ama bu çok saçma olmayan nadir filmlerden biridir. İyi bir konusunun olmasının yanı sıra bizim için ideal olan 3 nedeni dilerseniz sizin için sayayım...

3. İyi zamanlama... Henüz Türk seyircisi yeni, yeni Türk filmlerine alışmışken, İnternet çocukları yeni, yeni sanata alışıyor ve değer veriyorken böyle bir film yapılması gayet yerinde olmuş...

2.  Gülse Birsel’i hep senarist kimliğiyle tanıdık, evet biliyoruz kalemi kadar kuvvetli bir oyunculuğu yok ama onun olduğu yerde kalite olduğu kesin…

1. Okullu oyuncular var ama hem de ne okullu Showman Mehmet Ali Erbil’in oyunculuğunun ne kadar iyi olduğunu biliyoruz, her rolü başarabilen okullu bir oyuncu. Filmi izlemenize bütün 89 dakkaya değecek bir oyuncu var Haluk Bilginer. O öyle bir oyuncu ki, sizi ekrana kilitler tamamen bir karakter oyuncusudur. Herkesten farklıdır kesinlikle ve kesinlikle izletir…!!!

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Film Eleştirisi: Şark Vaatleri (Eastern Promises)

Şark Vaatleri (Eastern Promises) Sonum, Sonun, Sonumuz, Sonları… Daha filmi izlemeden çok popüler olduğunu biliyordum, hiçbir karesini görmediğim halde adını sıkça duymuştum… Filmi David Cronenberg’in yönettiğini öğrendim. Kendisi benim için 2012’den beri Cronenberg amcadır. Kendisinin biraz çıplaklık sevdiğini düşünmüştüm ama zaten bu zaman da hangi yönetmen sevmiyor ki? Daha önce Cronenberg amca’nın Sinek (The Fly) ve Cosmopolis filmlerini izlemiştim. Sinek çok değişik bir yapımdı, anlaması güç ama sinema tarihinde bir ilk. Cosmopolis ise son derece değişik repliklerle süslenmiş bir yapımdı başrollerinde yüz yılın yakışıklısı Robert Pattinson’ı rol almıştı… 


Filmin karanlık kendine has bir tarzı var, bulunan mektuplar, gangsterlerin iç yüzü her şey mümkün bu filmde. Filmin ilk anında itibaren güzel bir akışı vardı. Yönetmeni tebrik etmek lazım ki, müzikler danslar oldukça sanatsaldı, izlerken sırf bu kareler sayesinde sanata doyduk. Cronenberg amca’nın olduğu kadar Viggo Mortensen’i de başarılıydı, Vincent Cassel bir harikaydı Naomi Watts ise her zaman ki gibi hoştu. Film çoğunluklu Viggo üzerine kurulu olduğu için biraz ondan bahsetmek istiyorum… Şu meşhur hamamda geçen dövüş sahnesi gibi birçok sahneye yakışan bir oyuncu. Sonuna doğru kavrayamadığımı fark ettim ama sorun ben de değil bir kez daha izleyince anladım ki karışık bir sondu… Bütün bunlarla birlikte sırf bu ağır suç filmi havasının olması bile yeter… Saygılar Gözen D. Karahan…

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Kitap Ve Fim Eleştirisi: Duyguların Rengi (The Help)

Duyguların Rengi (The help) Gökkuşağını Sever misiniz? O Halde Renklerle Sorununuz ne?

Duyguların Rengine  (The help)  hem kitabına hem filmine ayrı, ayrı yorum yapmama gerek yok aslında çünkü filmi seyrederken hissettiklerimi kitabı okurken de hissettim. (Yâda tam tersi…)


Hem Sürükleyici Hem De İçten,

Oscarlı filmleri yahut Oscara aday olan filmleri biz sinema severler biraz kayırırız, buna istinaden seyretmek için sabırsızlanıyordum. (Belki sırf Emma Stone var diye bkn: Emma Stone olan sevgim “Son 10 yılın yetiştirdiği en iyi aktris.”)
O geceki töreni izlemiştim, The help (Duyguların rengi)  Özellikle aldıkları büyük adaylıklarla zihnime yer etmişti.  İşte adaylıklar:

En İyi Film
The Help
En İyi Kadın Oyuncu
Viola Davis "The Help" 
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Jessica Chastain ''The Help''
Octavia Spencer ''The Help''
İşte ağız sulandıran adaylıklar böyle. İlk başta Oscar aldığına göre ve konusu itibariyle son derece duygusal bir şekilde anlatılmış dramlardan biri zannettim. Peki, duygusal değil miydi? Tam tersi beni gözyaşlarına boğacak kadar duygusaldı. (Tabi kendimi tutmasaydım.) Ama onu ayıran özellik diğer filmler gibi uzun süreli yakın planlar, gerilimli müziklerden eser yoktu. Beni tanıyan bilir, bir drama hastasıyım filmlerden iyi anlarım favorilerimde bu saydıklarıma benzer bir çok film var yalnızca bu film çok ‘başka’ geldi bana… Tüm cesaretleriyle beyaz perdeye koydukları Zenci filmlerden örnek vermek gerekirse,
MALCOLM X / 1992
Ünlü lider Malcom x’in gerçek yaşam öyküsü, başkan olmak isterken, zenci haklarını savunurken başına gelenleri anlatıyor. Burada Denzel Washinton’a en sevdiğiniz aktör unvanın vermemek elde değil…

THE HURRICANE -ONALTINCI RAUND / 1999

 Bu film suçsuz yere hapishaneye giren bir AfroAmerikalıyı konu alıyor. Yine başrollerinde Denzel Washinton. (Unvanı vermiştik değil mi?)
Hem yönetmenliği üstlenip hem senaryosunu yazan Tate Talor’ın başarını övmemek mümkün değil ama biz yazarımız Kathryn Stockett bahsedelim. Yazarımız öyle içten öyle sıcak, öyle çarpıcı ve gerçekleri süzgeçten geçirmeden bir hikaye yazmış ki, etkilenmemek elde değil. İlk önce onun yarattığı birbirinden farklı spesifik karakterlere sonra da değerli oyuncularımıza borçluyuz bu harikulade seyiri…  İlk olarak Viola Davis’ten yani Aibileen’den bahsedelim, siyahî olduğu için dışlandığı, küçük görüldüğü bir toplumda hizmetçilik yapıyor. O yıllarda Siyahîlerin beyazlarla aynı bir Kafe’ye bile gidemediğini hatta daha eski yıllarda zulüm gördüklerini varsayarsak bu anlattıklarım biraz hafif kalıyor. Temizlikçi ya da orijinal ismindeki gibi yardımcılık yaptığı evlerin sahipleri tarafından ezilen ve her zaman ilgi bekleyen çocuklara anne figürünü oynayan bir karakter Aibilin Clark . Viola Davis mimikleriyle, bakışlarıyla son derece duru bir oyunculuk sergilemiş. Zaten Cast’ı hazırlayanları tebrik etmek lazım hepsi birbirinden iyi, karakterlere ‘cuk’ oturmuşlar…

Bayan Skeeter çok güzel kalpli yazar olmak isteyen bir kız. Asla diğer züppe ev kadınları gibi zencileri küçük görmez, onlar gibi davranmaz. Bu huyu belki de onu da bir zencinin yetiştirmesinden geliyordur, buna rağmen iyi kalbinin sesini dinler ve bir kitap yazmaya koyulur.  Evet, Rolü oynayan Emma Stone’un ilk draması olabilir fakat bu onun diğer filmlerde gördüğümüz müthiş performansından bir şey kaybettirmiyor. Ses ve mimik kontrolü sağlam bir oyuncu.

Miny huysuz ve tatlı kadın, dışarı yaydığı bu güçlü ve huysuz tavırlarının aksine içinde ‘Minicik’ bir kadın yaşatıyor. Belki Aibileen kadar sabırlı değil ama bu onun kadar acı çekmediği anlamına gelmez. Octavia Spencer son derece iyi bir oyuncu, gerek mimikleriyle konuşma stiliyle bir başka. Şuan düşünürken bile bir karakter oynadığını değil tamamen kendini oynadığını zannetmemek elde değil.


Hilly Holbrook karakteri de yazarın yarattığı çok önemli karakterlerden biri.  Beyaz bayanların en acımasız ve gaddar olanıdır Hilly karakterimiz. Tam hatırlayamadığım fakat anımsadığım kitapta geçen bir sözle bunu açıklayacağım. “Eğer beyaz bir adamı kızdırırsanız size silah çeker ve vurur. Ama eğer beyaz bir bayanı kızdırırsanız, sizi işten çıkarır herkese sizin bir hırsız olduğunuzu söyler, bir daha işe giremezsiniz, kiranızı ödeyemezsiniz, çocuğunuzun yanına taşınmak zorunda kalırsınız, çocuklarınız da işten çıkarılır torunlarınız da. Beyaz adam sizi çeker vurur ama beyaz bayan asla unutmaz…” Bryce Dallas Howard Hilly karakterini canlandıran çok iyi bir oyuncu. Onu ilk kez Twilight serinde görmüştüm iyi bir performansı vardı ama Rachelle Lefevre’ın yerine geldiği için o kadar çok beğenmemiştim. Ama o rolden bu role geçmesi büyük değişim ve sanki orada gördüğüm kadını değil bambaşka birini izliyordum. İşte bunu yapan gerçek oyuncudur…


Celia Foote aslında kanında o meşhur beyaz bayanlardan olmak yok, doğup büyüdüğü yerde bambaşka bir yer, evlenip ev hanımı oluyor ve diğer beyaz bayanlardan biri olmaya zorlanıyor. Saf, süslü geveze biri ama çok iyi kalpli tek bir kusuru var o da yalnız kalmamak uğruna, beyaz bayanlarla birlikte olmak uğruna, her şeyi yapabilmesi. Jessica Chastain onu daha ilk kez izlememe rağmen beni hayran bıraktı kendine, konuşması gülümsemesi her şeyiyle tam bir karakter oyuncusu… 

Aiibileen, Miny, Skeeter bu üç farklı karakter beyazların siyahlarla yan yana gelmesi, kendileri için belki de bir kurtuluş olan bu olaya beraber baş koymaları, samimiyetleri, iletişimleri insanı çok duygulandırıyor.

 Bu hikâye işlenen esas olay; duygusuz annelerin yerine geçen hizmetçiler, birbirinden uzak insanlar, birbirlerini anlamayan toplum, zenginin fakirden güçlü olduğu, güçlünün her daim kazandığı, herkesin biri birinin üstüne bastığı, sadece çıkar ilişkilerinin olduğu menfaatçi insanlar. Evet, bunlar şuan bile bize çok uzak değil ama farklılıklar konusunda belki biraz daha gelişmiş olabiliriz.  Filmin sonunda gözyaşlarımı zor tuttuğumu söyleyebilirim, başından sonuna kadar bir tek boş sahne yok.

Kitabı okurken sayfaları çevirdiğim anı bile hatırlayamıyorum. Tam zeki bir insanın elinden çıkan sağlam ve çok çalışılmış bir hikâye. Filmin en sevdiğim kısmı kitaba son derece bağlı kalmaları sırf bu yüzden söyleyebilirim ki, hem filmi izlerken hem de kitabı okurken çok zevk alıyorsunuz… Bu kadar inanılmaz bir yazarın tek kitabı olmasına çok şaşırdım. Bu hikâye bir nevi Kathryn Stockett’ın kendi otobiyografisi kitabın sonunda kendi için birkaç sayfa ayırmış anlattığı üzere kendisi; Mississippi’de doğmuş ve de zenci bir hizmetçi tarafından büyütülmüş. Bu hikâye bizlere kendi hikâyesi olarak da geçebilirdi ama hikâyeyi böylesine birçok taraftan göremezdik. Böyle bir yazarın daha çok kitap yazmasını umuyorum ve beyaz perdede hep böyle kaliteli yapımlar görmek istiyorum… Saygılar Gözen D. Karahan