Kafamdakinirvana

Kafamdakinirvana

31 Ağustos 2014 Pazar

Film Eleştirisi: Takip (The Rover)

Hayatınızda Ne Kadar Değerlisiniz?
 Artık dünyanın sonuna yaklaşırken Avustralya’da kalan tek tük insanlar. Ekonomi çöküşte, insanlar azalıyor.  Burada yaşayan bir adam tek sahip olduğu şeyi yani arabası çalınınca onu geri almaya koyulur. Psikolojik, dram ve aksiyon karışımı bir film…

Guy Pearce’in canlandırdığı Eric’in arabası 3 adam tarafından çalınır, kendini savunmaya çalışırken darp edilir ve kendi içinde psikolojik sorunları olan bir kişilik olduğundan dolayı bu işin peşini bırakmaz. Arabasının peşine düşüyor ve bu uğurda önüne geleni gözünü kırpmadan vuruyor.  Arabasını bulmak için her şeyi göze alan Eric, çıktığı bu yolculukta Rey adında genç bir çocukla (Robert Pattinson) tanışıyor.  Bu delikanlı tapılası yakışıklı,  karizmatik bakışlı ve çok seksi bir vücudu olmasının dışında akli dengesi yerinde olmayan biridir. Eric arabasını çalan adamın bu delikanlının ağabey’i olduğunu öğrenir. Eric onu bir şekilde hayatta bırakacaktır eğer onu ağabeysine görürse…


Filmin boyunca bize sunulan birçok duygu var, Eric’in yalnızlığı, vicdanını kaybetmiş bir ağabey kardeş ilişkisi, kendi içinde yaşadıkları psikolojik sorunları vb.
Eric’in (Guy Pearce) psikolojik sorunlarının ara,  sıra dışarı vurumlarını şöyle özetleyebiliriz. Karakterin yer, yer duraksamaları, ani kafa karışıklığı yaşatan tepkileri.



 Rey karakteri (Robert Pattinson) başta bahsettiğimiz gibi saf ve yarı deli diye tabir edebileceğimiz bir gençtir.  Birlikte çıktıkları bu yolculukta bize gösterilen İki farklı karakteri, iki amacı olan insan aslında tek amaçları hiçbir amaçlarının olmaması…


David Michod’u daha önceki başarılı işlerinden (Animas Kingdom) Sizler zaten biliyorsunuz. Ben de kendisini tebrik ediyorum son derece güzel noktalardan yakalamış filmi ve tabi ki son derece iyi bir kurgu. Bunu da bu yıl Cannes’a aday olarak tescilledi. Filmdeki boşlukların sebebi beklide oyunculukları ön plana çıkarmak istemeleridir. Oyuncuların çok iyi yakın planları var görüntü yönetmenini tebrik etmek lazım.
Guy Pearce’in performansı beklediğim gibi diyebilirim, çünkü en az bu kadar iyisini bekliyordum. Gel gelelim tapılası yakışıklı Robert Pattinson’a onun her geçen gün üstüne koyduğu ve daha iyisini meydana getirdiği bir performans kalitesi var. Her yaptığı filmde kendini daha da geliştiriyor bknz: (Bel Ami, Cosmopolis)  Bence tüm genç oyuncular böyle olmalı. Pattinson hakkında sevdiğim bir diğer şey ise her zaman risk almasıdır. Yüz yılın yakışıklısı olmasına rağmen kendini çirkinleştirmekten korkmuyor. Kendisinin yakından bir takipçisi olarak söyleyebilirim ki; Hollywood gençlerinin en mütevazısıdır Robert Pattinson…



Eric’in takıntılı bir karakter olduğunu daha ilk baştan arabası çalındığında gözlemliyoruz, bu bizim için büyük bir ipucu.  Ara, ara bize geçmişinden bilgiler sunuyor, duygularını gözlemlemeye çalışıyoruz.





 Anlık duygu gel gitlerini b sadece gözlerinden bile bize çok iyi yansıtıyor. Pearce ve Pattinson’ın karşılıklı oynadığı sahnelerde gördüğümüz gibi Pattinson gelmiş geçmiş en iyi performansını ortaya koyuyor. Sadece gençlik filmlerinde değil tüm filmlerde rol alabilecek bir oyuncu olduğunu bize gösteriyor. Henüz yolun başında ama kaliteli filmlere, kaliteli projelere imza atıyor.



Filmin bizzat takipçisi olarak söyleyebilirim ki, görüp görebileceğiniz en zor şartlarda altında çekilmiş bir film.  Filmin aralarında boşluk olsa bile, bazı duraksamalar olsa bile bence bunu yönetmen bilerek ve kasten yapmış…
Filmin aslında bir amacı varmış gibi gösteriliyor ama sonlarına doğru anlıyoruz ki birçok amaca hizmet ediyor.  Filmin bize göstermek istediği birçok şey var; Pearce’ın karakterinin hırsları, içinde var olan ve dışarıya vuramadığı vicdanlı yanını görüyoruz. Böyle bir ortamda bile deli bir oğlanla kurduğu ilişki, herkesi gözünü kırpmadan katleden bir adamın bile sevebileceği bir insan.  Bu uzun yola iki düşman gibi çıkıyorlar ama yol onları bambaşka duygulara sürüklüyor.



Filmin Soundtrack’ine gelince Keri Hilson’ın “Pretty Rock Girl” şarkısı harika olmuş.  Müziği çok güzel ama özellikle de sözleri Robert Pattinson’ın hem filmdeki karakterine hem de özel hayatına çok uyuyor. “Dont hate me cause I’m beautiful.” Yani “Çok güzelim diye benden nefret etme.”  Bu şarkıyı bir parça Robert Pattinson’ın dudaklarından döküldüğünü duymak güzel bir histi.


Pattinson’ın bu karakteri bu kadar iyi oynamasının sebebi; karakterini gerçekten benimsemedir. 2013 Şubat ayında filmi çekerken,  karakteri ne kadar sevdiğini, ne kadar zor şartlar altında çektiklerini, sineklerin ve sıcağın gazabına uğradığını ve çirkinleşmek için saatlerce süren makyajdan bahsediyordu.   Kendini i çirkinleştirmek her baba yiğidin harcı değildir, bu yüzden bir kez daha söylüyorum Robert Pattinson bu işe gerçekten gönül veren bir oyuncudur. Bence Guy Pearce’le de çok iyi bir partner olmuşlar…

 “Birini öldürdüğünde bunu düşünmelisin, bunu unutmaya çalışmamalısın, bu cezasını çekmenin en iyi yoludur.”
“Her şeyin bir anlamı olması gerekmez.”
“Beni aldattığı için karımı öldürdüm ve kimse peşimden gelmedi. Kimse aramadı, bu 10 yıl önceydi. Hiçbir zaman açıklama yapmak zorunda kalmadım, kimseye yalan söylemek zorunda kalmadım, yalan söylemek zorunda kalmadım, kimse peşimden gelmedi, bunun önemli olmamasını bilmek, bunun gibi bir şey yapıp kimsenin peşimden gelmeyeceğini bilmek beni daha da kırdı.”

Filmde geçen ve asla aklımdan çıkmayacak replikler…

Özgüveni olmayan bir adamla aşırı özgüveni olduğu için başına derler açan bir adam yan yana gelirse ne olur? Bu içinde birçok türü barındıran filmi izleyin ve öğrenin…

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Kitap Eleştirisi: Halil Cibran - Aşk Mektupları (Love Letters)

Halil Cibranoğlu tam anlamıyla on parmağında on marifet olan Lübnan bir yazar, ressam ve filozoftur. Eserlerinin birçoğunu İngilizce yazmıştır, birçok önemli eseri vardır…

Kendisini sevenler, beğenenler bilir birçok değerli eserini, ben henüz hiç birini okumadım, ama onu tanıyacak ve düşüncelerini kavrayacak bir kitap okudum. Tamamıyla kendi duygularını yansıttığı kendi özel yaşamından, kendi gönderdiği mektuplardan oluşan Aşk Mektupları adlı kitabını okudum…
Kitabı okurken oldukça eski bir dilde yazıldığı için ara sıra kopabilirsiniz, bir de Halil Cibran’ın yazarken yaşadığı hezeyanlar, duygu gelgitleri tüm karakter özelliklerini gözler önüne serişine bayıldım. Bu açıdan kendimden bir parça buldum, konudan konuya geçişleri, hafif çılgın yazım tarzı, düşüncelerini en iyi örneklerle dile getirmesi tam anlamıyla kendimden bir parça buldum. Böyle insanlar kendimden de örnek verebilirim; anlaşılması ve yaşanması zor insanladır, ama tadına bir bakarsanız vazgeçmeniz kolay olmaz…
İlk önce Cibran’ın aşkını görüyoruz, hiç görmediği bir kadına son derece saygı çerçevesinde yazdığı mektuplardan âşık oluyor ve şimdi ki gençler gibi bunun cıvığını çıkarmıyor. Aşkını bile son derece asil yaşıyor.
Her zaman ilgimi çeken bir detay da; genellikle kaybettiklerimiz insanlardan sonra çıkan kitapların satışa sunulma nedenidir. Onların özel hayatlarıyla ilgili ya mektuplar bulunur, ya da sonradan yazdığı kitaplar bulunur, bunlar paraya dönüştürülür.  Evet, ben bir kitap sever olarak paraya dönüştürülen şeyleri sevmiyorum lakin, eğer bir insan okuduğu, sanatını sevdiği bir kişinin karakterini öğrenip, derine inmek istiyorsa,  bu kitaplar son derece yardımcı.  Benim tercih ettiğim, kitapseverlerin tercih ettiği, herkesin adına konuşamam ama en azından belirli bir çoğunluğu ele alırsak, bu işin en doğrusu yazarın sahibinden izin alınmasıdır.
Kitabın tasarımını çok beğendim ayrıca, kitabın eski dil olmasına karşın Halil Cibran’ın bize verdiği o konuşma tarzı çok iyi geçiyor, yazdığı yazılardan karakteri çok iyi geçiyor.
Sevdiği kadın Mey Ziyade; yaptığı eserleri, yazdığı kitaplarının ilk önce onun okumasını istemesi, ilk onun fikrini almak istemesi, burada çok güzel ve naif bir aşk yatıyor…  Aynı zamanda o düştüğü boşluk bu cümlelerle anlatıyor. “Şu anda oturuyorum, yine tek başıma sigara içiyorum.” Şeklinde kendini ifade edişleri gerçekten muazzam.

Kitapta sevmediğim bir taraf ise;  Halil Cibran’ın sadece kendi yazdığı mektuplar var. Keşke izin alınabilseydi, keşke Mey Ziyade’nin de ona verdiği karşılıkları görebilseydik ki,  bu ilişkiyi daha iyi analiz edebilseydik, çünkü sadece tek taraflı analiz edebiliyoruz…
“Tanrı Seni Benim İçin Korusun”
Ne kadar güzel bir cümle, şimdi böyle aşkları hiç bulamıyoruz ama kendimden bir parça buluyorum demiştim ya, ara sıra bu kadar eskiye dayalı konuşmalar olmasa tamamıyla ben diyeceğim…  Dolayısıyla arada bazen kopmalar yaşayabilirsiniz kitapta…
Kitabın adı Aşk mektupları, ama bence kitapta anlatmak istedikleri, aşk mektupları değil. Bence kitapta hepimizin sevdiği, bildiği bir sanatçının karakter analizi var. Arkadaşlarına yazdığı mektuplar, Arkadaşlarıyla olan konuşmaları, dostlarıyla olan mektuplaşmaları var.

Kitapta bana en absürt gelen şey, daha doğrusu Halil Cibran’ın hayatından bir konu var ki bana son derece absürt gelen; bu kadar sevmesine karşın, bu kadar istek duymasına karşın, Amerika’ya, yurtdışına gitmiş ve gidebilme imkanına sahip olmasına rağmen asla sevdiği kadınla buluşmak için bir adım atmaması…  Kısacası Halil Cibran – Aşk Mektupları  okumanızı tavsiye edeceğim güzel bir kitap…

Kitap Sevenlere Önemli Duyuru

D&R'da büyük indirim. Çok satan kitapların bazılarını 9'90'a bulabilirsiniz. Ben buldum kaçırmadım 3 tane kitap aldım. #jamiemcguire #araf #ahmetbatman#sabahuykum ve #benimlekal Bence siz de bu fırsatı kaçırmayın derim...

29 Ağustos 2014 Cuma

Film Eleştirisi: Guguk Kuşu (One Flew Over The Cuckoo's Nest)

Vicdan, Cesaret, Sorumluluk Siz De Bunlar Var Mı?


R.P Mcmurphy kendince haklı sebeplerden yolu hapishane’ye düşer, daha sonra akıl hastası numarası yaparak kendini bir akıl hastanesine sevk ettirir.

 Film konu itibariyle böyle başlıyor ve son derece ilgi uyandırıyor. Film düşündüren bir film, sıkmadan çok fazla zorlamadan düşündürmek olmuyor mu? Oluyormuş bunu bu filmde görüyoruz.  Gözlemlediğim kadarıyla da sırf oyunculukların aktığı bir yapım, rahatlıkla analiz edilebilecek bir seyir…


Jack Nicholson’ın performansı göz dolduruyor ayrıca, oyuncular gerçekten çok iyiler. R.P MCmurphy karakteri ilk başlarda bizim için ne akıllı ne de deli nötr bir karakter olarak gözüküyor. Etrafındaki kişilere yardımcı oluyor, onlara yardımcı olurken fark etmeden kendine de yardımcı oluyor.  Her sorulara ciddi cevap verdiği bölümlerde ise insanların akıllarında bu soruyu bırakıyor; ya kendini akıllı göstermek isteyen bir deli ya da deli görünmek isteyen bir akıllı?

Hapishanede bile bundan daha iyi muamele gördüğünü öne sürüyor ve diğer hastalara yol göstermeye çalışıyor, onlardan farklı davranıp onlara örnek olmak istiyor. Dayanabildiği kadar dayanıp tedaviye karşı geliyor, bir baş kaldırış meydana getiriyor ve bütün bu olanlar hastanenin hem hemşirelerinin hem de yönetimin hoşuna gitmiyor…

Akıl Hastanesi’nde son derece sıkı bir yönetim var, deli olmayan insanları bile deliliğe teşvik eden bir yönetim.  Jack Nicholson’ın oynadığı karakterin yalnızca TV’yi değiştirmelerini istemesi bile nelere yol açtığını görünce, bu insanlara zorla verdikleri bu katı eğitim onları gün geçtikçe daha da katılaştırıyor ve tam anlamıyla daha da delirtiyor.  Böylelikle hiç kimseye değer verilmediğini görüyoruz,  oradaki yönetim için bu kadar insanın hayatının bir değeri olmadığını gözlemliyoruz.  Belki hasta olabilirler ama iyi bir tedaviden geçmiyorlar, sadece ilaç vermek, bazı garip sorular sormak dışında insanlara ne istediklerini,  ne yapmak istediklerini, ya da onlara verilecek kişisel haklarını hiçbir şekilde sorgulamıyorlar.

Hastalara yapılan muamele sonrasında, R.P Murphy onların hayal güçlerini kısıtladıklarını fark ediyor ve onları daha çok hayal kurmaya sevk ediyor.  Kendisinin de onlar gibi bir akıl hastası olabileceğini düşünüyor, çünkü akıl hastalığının sadece aşırı dışa vurması değil içinde de yaşanabileceğini öne sürüyor.

Akıl hastanesinden kaçmaya çalışır kimi zaman bunu başarır ama sadece kendisi değil oradaki tüm arkadaşlarını da beraber götürür.  Pek de kolay olmayacağını bile, bile onlara yeni bir hayat hazırlamaya can atar. İşte burada saf bir sevgi görüyoruz, izlerken fark edemeyebilirsiniz ama arkadaşlarına karşı aşırı bir sevgisi olduğunu filmin sonunda daha çok göre biliyoruz…

 Konu edilen bu hayat gerçekten iyi bir örnek oluşturuyor, sadece akıl hastaları için değil normal bir insanın bile elinden tutulduğunda, yaşamaya teşvik ettiğinde, yeterince çabaladığında bunun meyvesini alırsınız.



Hastalara yapılması gereken şeyleri öğretiyor, adeta yaşamayı öğretiyor.  Onlara normal insanlarmış gibi davranıyor,  ama onlara “Deliler” diye sesleniyor. Gerçekten gerçeğin ta kendisini yansıtıyor bu film…

Zekice replikler denilince bence akla bu filmden başka film gelmemesi lazım.  Son derece güzel replikler, mükemmel oyunculuklar, harika bir senaryo kitabını merak ediyorum doğrusu…

Nicholson’ın karakterinin en sevdiğim yanı, hiçbir şeyden korkmaması. Onlara sahip çıkarken başına gelebilecek hiçbir şeyden korkmuyor ve büyük bir sorumluluk alıyor. Hiç kimsenin cesaret edemeyeceği bir şekilde onlara sahip çıkıyor, bu da baştan sona kadar izlediğimiz hapse giren, oradan kaçan, akıl hastanesinden kaçma teşebbüsü bütün bunlara rağmen aslında içinde ne kadar iyi bir insan yattığını gösteriyor bize, bizlere insanlığı öğretecek bir film…
“Hiç biriniz sokaklarda dolaşan insanlardan daha deli değilsiniz.”  bu repliğe bayıldım. Filmi sadece bu replikle bile özetleyebiliriz.
Onlara yapılan tedavi, elektrik şok vb. normal bir insana yapıldığında bile verdiği muazzam korkunç tepkileri Jack Nicholson’ın oyunculuğu vasıtasıyla gayet güzel gözler önüne sermişler. Akıllı bir insanın bile aklının başında kalması mümkün olmuyor böyle bir yerde…


İnsan muamelesi görmedikleri bir ortamda bile onları insanca yaşatmaya çalışan bir adam, onlara gösterdiği sabır, onlara verdiği güç onlara defalarca hiç kimseden bir farkı olmadığını göstermesi tüm bunlar filme yayılmış. Tek bir sahne demek çok güç ama her sahnesi sıkmadan, bıktırmadan gayet güzel yansıtılmış. Tüm filme tek bir kare olarak bakmazsak devamlı aynı konuyu ele alıyor ama bize farklı, farklı şekillerde gösteriliyor, her sahnenin ayrı bir manası var…

Kötülüğü, adaleti, gerçek adaleti sorgulayan iyi kalpli insanların olabileceğini bize gösteren bir film. Savunduğumuz şeyden her ne olursa olsun vazgeçmememiz gerektiğini gösteren bir yapım.  Birazda kendimden bir parça buldum bu filmde. Yaptığı son hareketi kesinlikle yapmak zorundaydı. Eğer orada o hareketi yapmasaydı karakterini ortaya koyamazdı. Eğer o tutumu o gün, orada sergilemeseydi belki hayatı bambaşka olacaktı ama kendi gibi olmayacaktı. İçinden geçeni yaptı, kendine karakterine yakışanı yaptı.




Hiç bıkmadan usanmadan vicdanının sesini dinleyen bir adam, Sadece vicdanlı insanların anlayacağı bir film… Geceleri rahat uyuyabilmeyi seçti ama onu uyutmadılar. Görüp görebileceğiniz en duygusal finallerden biri, kusursuz bir film…


28 Ağustos 2014 Perşembe

Haftanın 'EN'leri

Bu haftanın enlerini yine seçtim, işte huzurlarınızda haftanın enleri...

Haftanın Kitabı: Tatlı Bela - Jamie Mcguire
En beğendiğim serilerden biri olan Jamie Mcguire'in yazdığı Tatlı Bela serisi (The Beautiful Disaster) iyi bir hafta geçirmeniz için okumanız gereken kitaplardan biri...

Haftanın Filmi: Ölü Ozanlar Derneği
Detaylı bilgi için tıklayın
Blog'da yazdığım gibi, gerçekten insana iyi dersler çıkaran, kitap gibi okunan  filmlerden biri... 

Haftanın Albümü: Murat Dalkılıç - Derine 
Bu nasıl aşk?, Derine, İki yol, Yani ve sayamayacağım bir çok hit'in yer aldığı bu albümü şiddetle dinlemenizi tavsiye ediyorum. Özellikle söz ve müziği Gülşen'e ait olan "Derine" şarkısına kulak kabartmanız tavsiye olunur...

Evvet! Bu haftanın enleri bu kadar Haftaya görüşünceye dek EN'lerimle kalın... Hoşçakalın....

26 Ağustos 2014 Salı

Film Eleştirisi: Çirkin Ördek Yavrusu Ve Farecik (The Ugly Duckling And Me)

En İyi Baba Oğul İlişkisi

Bir gün bir fare yola bir yumurta bulur, onu soğuktan ve oluşabilecek tüm kötülüklerden korumak için yanına alır.  Hem de sırf baba rolünü üstlenmek için değil, hem anne hem de baba olmak için…

Çizgi filmlere ne kadar düşkün olduğumu anlatmama gerek yok, çizgi filmler sadece çocuklar için değildir tam tersi aslında biz yetişkinler için yapılır, yeterince hayal kuramayan yetişkinler için ya da benim gibi hayallerine yön veren yetişkinler için…
Filmin bu kadar iyi olacağını tahmin etmiyordum, ekrana yapıştıran tekrar, tekrar izlesen bile asla ‘zaplamana’ için vermeyen bir animasyon.
Nedense bana animasyonlar her zaman daha duygusal gelmiştir, orada anlatılan duyguları her zaman daha saf ve daha güzel bulmuşumdur çünkü animasyon yapımcıları ve yönetmenleri bu konuda çok iyiler…
Çirkin bir ördek yavrusu klasik hikâyeden çok uzak, bir fare tarafından bulunur, ne kadar çirkin olursa olsun ona analık yapmaya karar verir. Onu herkesten çok sever ve ona çok iyi bakar. 4 4lük bir anne figürü sergiler, kimi zaman gelgitleriyle tartışmalarıyla bunu çok iyi yansıtan bir yapım. Mutlaka çocuklarınızla birlikte izlemelisiniz…

Seslendirenlerin hakkını yememek lazım onlarında emeği çok büyük özellikle her karaktere can veren bizi çeken Okan Bayülgen bir harika. İlk kez seslendirme yapmış olmasına rağmen bu işte gayet iyi olan Keremcem’i es geçmek mümkün değil, filmin en sevdiğim repliği “Anneciğim” oldu. Ve Yekta Kopan o her işte harikalar yaratıyor. 

22 Ağustos 2014 Cuma

Film Eleştirisi: Ölü Ozanlar Derneği (Dead Poets Society)

Sıkıcı boş bir hayat, ah neye yarar?

 Carpe… Carpe… Carpe Diem… Yaşadığınız günü kavrayın, çocuklar. Hayatınızı olağandışı yapın!



Bir gün bir grup öğrencinin sıkıcı,  hayatlarını değiştirecek bir öğretmen gelir okula.  Yeni öğretmenleri boş hayatlarını farkına varmalarını öğretir onlara, anı yaşamayı öğretir. Yani Carpe Diem…


Benim de kendim hayatımda benimsediğim, kendi içimdeki sesi dinleyerek bulduğum bir felsefedir Carpe Diem.  Her insan içindeki sesi kendi kendine bulamaz bazen bir yardıma ihtiyaçları olur işte böyle bir durumda; kendilerinde asla cesaret bulamayan, düşünce özgürlüğü olmayan bir grup öğrenciye özgürlüğü öğreten gerçek bir öğretmen gelir Robin Wiliams…

Öğrencilerin kimisi bu sıra dışı öğretmene inanmaz, kimisi şımarır, kimisi can kulağıyla dinler bir çok farklı ve gerçek karakterleri bize göstermişler. Hepsinin tek bir ortak yanı vardır  ‘Ne olacaklarını, ne yapacaklarını’ asla bilemezler… Bu da karakterleri çok sahici yapıyor, çevremizde bir çok insan hayattan ne beklediklerini, ne yapmak istediklerini, ne için yaşadıklarını bilemiyor. Bunlar tutkusu olmayan insanlar ya da tutkularını asla açığa çıkarmamış…

Sınıftaki bir öğrenci öğretmenin tüm ‘gösterdiklerini’ dikkate alır, içindeki sesi dinler  oyuncu olmak istediğine karar verir, ne yazık ki toplumsal baskı, aile ve çevre baskısı yüzünden hep içine gömmek zorunda kalmıştır.  Bunu Öğretmeni (Robin Wiiliams) sayesinde gerçekleştirmiştir ve karşısına çıkacak bir çok engelle başa çıkmak zorundadır…



Öğretmen hayatın tadını çıkaramayan çocuklara adeta “Nasıl yaşanır?” dersi veriyor ve onları şiir okumaya yönlendiriyor… Filmde en çok etkilendiğim sahnelerden biri de, Korkak hiçbir şeye cesaret edemeyen bir çocuğa bile şiir yazdırmasıydı, bunun tek yolu düşüncelerini çırılçıplak ortaya sermesiydi.
Öğretmenlerinden güç ve akıl alarak yarattıkları Ölü Ozanlar Derneği onların hayatını bir anda renklendirir. Gizlice buluşmalar ve şiir okumalar tüm o sanatçı ruhlarını ortaya çıkarır…
Filmde ne olduysa ilk başlarında ve sonunda oldu, Robin Wiliams beklediğim kadar görünmüyordu dolansıyla filmin konusunu yayma şekli o kadar iyi değildi…
Robin Wiliams’ın ve Ethan Hawk’n performansları harika, özellikle de Robin Wiliams’ın… Kendisinin sıcacık bakışları, yaptığı o sıcak mimikler, duygulu, esprili bakışları insana o kadar çok geçiyor ki, onu izlemekten asla bıkmıyorsunuz…
Sonuç itibariyle hayatınıza iyi bir yön verebilecek, iyi bir film Ölü Ozanlar Derneği…